Öbür Dünyadan Gelen Mektup

Öbür Dünyadan Gelen MektupYardımcım kapımı tıklattı:
– Genç bir hanım sizinle konuşmak istiyor efendim.
– İsmi neymiş, sordun mu?
– Sordum. Ama “Beni tanımaz” dedi, ismini söylemedi.

Yardımcıma ziyaretçiyi içeriye almasını söyledim. Biraz sonra karşımda genç bir hanım duruyordu. Yaşını kestirmek zordu. Makyajsız, temiz ama iddiasız bir giyim tarzı vardı. Yüzündeki ifade oldukça donuktu. Kısık daha doğrusu titrek bir sesle konuşmaya başladı:
– Sizi rahatsız ediyorum ama size iletmem gereken bir emanetiniz var, dedi. Sonra cevabımı beklemeden çantasını açtı ve içinden çıkardığı zarfı bana uzattı.

Zarfı aldım ve genç kadına yandaki koltuğu işaret ederek “Buyurun efendim, ayakta kalmayın” dedim. Kadın hiç tepki göstermedi. Aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti. Başıyla zarfı işaret ederken, gözlerinde “Okuyun” der gibi belli belirsiz bir ifade oluştu. Zarfın üzerinde oldukça özenli bir kaligrafi ile adım yazılı idi. Zarfı dikkatlice açtım. Mektubun üzerindeki tarih altı ay önce yazıldığını gösteriyordu.

Mektubu okumaya başladım:

Sevgili doktor,

Bu bir teşekkür mektubudur. Sen bu mektubu okurken ben çok uzaklarda olacağım. Hastalığımın ne olduğunu öğrenmek ve bunu kabullenmek benim için önceleri çok zor oldu. Bunu Ünal’dan ilk duyduğumda kendimi inanılmaz bir kaosun içinde hissettim. Kaos sözcüğünün duygularımı anlatması imkansız. Çöküş diyelim, yıkılış diyelim, bitiş, sonu olmayan bir boşluk diyelim. Her neyse.

Ünal bana hastalığım konusundaki uzun tartışmalarınızı anlattı. Sonunda Ünal’ın bana naklettiği senin bir sözünden çok etkilendim. Demişsin ki “Madem ki onu kaçınılmaz bir son bekliyor ve bunu değiştirmek imkansız. O zaman doğru olan bu süre içinde elindeki sınırlı zamanı en iyi şekilde değerlendirmesidir”.

Sevgili doktor,

Güneşin batışını kaç kez daha göreceğim belli değil. Ama şurası mutlak ki bu sayı artık çok fazla değil. Oysa ölüm hep başkalarına yakıştırdığım bir şeydi. İnsan o gerçeği hep kendinden uzak görüyor. Bu yüzden hayallerini, özençlerini, beklentilerini hep erteliyor. Sanki bunlara nasıl olsa daha çok zamanı varmış gibi.

Belki Ünal anlatmıştır, ben dalmaya çok meraklıyım. İşlerimden boş kalan zamanlarımda, denizlerin derinlerine dalmak, oldum olası bana en büyük keyif veren uğraş olmuştur. Denizin metrelerce altında kendimi hep daha özgür ve mutlu hissetmişimdir.

Yazık ki son zamanlarda işlerimin yoğunluğu buna pek fırsat vermiyordu. Burada anlatmak istediğim şu ki senin sayende ömrümün en güzel tatilini yaşadım. Üyesi olduğum dalış kulübünün Kızıldeniz’e bir gezisi vardı. Bu yıllardır hayalini kurduğum bir geziydi. Çünkü dünyadaki bütün dalış meraklılarının en gözde mekanının hep burası olduğunu okurdum. Evdekilere gezinin sadece kulüp üyelerinin katılımına açık olduğunu söyledim. Oysa dalmak kadar hatta ondan da fazla sevdiğim başka bir şey daha vardı: Sana bu mektubu getiren kadın! İşte en sevdiğim bu iki güzelliği, birlikte, doya doya ama son kez birlikte yaşadım. Bu senin sayende mümkün oldu!

Gerçi artık eskisi kadar iyi dalamıyordum. Hele suyun altında kalış sürem eskiye göre çok kısalmıştı. Ama olsun ben mutluyum. Denizin altında hiç tanımadığımız değişik deniz canlıları ve mavinin binbir tonu. Denizin üstünde ise sevdiğimin gözlerinin mavisi. İnanılmaz güzellikte bir on gündü. Bir maviden öteki maviye savruldum.

Sağol doktor, hiç yaşanmamış güzellikleri sayende yaşadım. Şimdi mutlu öleceğim.

Hoşçakal.

Halil

Mektup bittiğinde oturduğum koltuğumun içine kaydım. Adeta koltuğun içinde kaybolduğumu hissettim. Gözlerimi kapadım. Sanki bilmediğim bir şeylerden kaçıyor, göz kapaklarımın arkasına sığınmak istiyordum. Çok etkilenmiştim. İçinde bulunduğum çok karışık duyguları tarif etmem imkansızdı. Bu mektup beni yakın geçmişteki Ünal’la olan tartışmalarımıza götürdü.

Ünal sevdiğim yakın dostlarımdan biridir. Mesleği kimya mühendisliği ama üniversitede hoca olduğu için ben onu hep “hoca” diye çağırırım. Altı ay kadar önce çalıştığım hastaneye geldiğinde, ameliyat olan arkadaşı Halil’i ziyaret etmeden önce bana uğramıştı. Halil onun çok sevdiği bir çocukluk arkadaşı idi. Halil de mühendisti ve bir balata fabrikasının genel müdürü, aynı zamanda küçük ortaklarından biri idi. Tanıdığım kadarı ile çalışkan, zeki ve dinamik biri idi. Orta yaşta olmasına rağmen saçları ona bir azizlik etmiş, vaktinden çok önce kırlaşmıştı. Benim Halil ile çok bir samimiyetim yoktu ama Ünal vasıtası ile birkaç kez birlikte olmuştuk.

Cerrahi kliniği bir üst katta idi, birlikte ziyaret edelim istedim.

– Halil’in odası çiçeklerle dolu idi. Eşi ve kızı da yanındaydı. Biz oradayken başka ziyaretçiler de geldi. Halil yatakta yatıyor bir taraftan da gelenlere bilgi veriyordu:
– Üç dört aydır zaman zaman karın ağrılarım oluyordu. Ama işlerin yoğunluğundan bir türlü doktora gitme fırsatı bulamamıştım.

Karısı lafını kesti:
– Sana kalsa hiç o fırsatı bulamazdın da ben seni silah zoru ile doktora götürdüm.

Bu lafa oradakilerin hepsi gülüştü. Derken Halil’in hanımı gelenlere çikolata, kolonya ikram etti. Bu oda, gülüşen insanlar ve etraftaki çiçekler sanki ameliyat geçirmiş bir hastanın odasından çok, yeni doğum yapmış, genç bir hanımın odası gibi göründü bana.

Zaman zaman oradaki diğer ziyaretçilerin de katılımıyla “Sağlığımız çok önemli ama hep ihmal ediyoruz” tarzında konuşmalar oluyordu. Ona karşı da “Yaa… tabii öyle… ama dünya hali işte…” gibi yine tam da o söze uyan üstünkörü karşılıklar.

Ben diğer ziyaretçilerin gitmesini fırsat bilerek sordum:
– Halilciğim hayrola, ameliyatta ne yapıldı acaba?
– Mide çıkışındaki barsak kısmında ufak bir yara varmış, onu almışlar. Neyse ki şükür hepsini atlattım.

Ben Halil’le bunları konuşurken Halil’in hanımı, Ünal’ın karısının hatırını soruyordu. Halil bana cevap verdikten sonra onlara laf yetiştirdi:
– Millet, artık bir geziyi hakkettim sayılır değil mi?

Buna Ünal cevap verdi:
– Tabii ki Halilciğim. Hele bir taburcu ol da hayırlısıyla. Şu nekahat dönemi de bir geçsin. Nereye istersen. Hani geçenlerde Kazdağları’ndaki o çiftlik evi tarzındaki motellerden söz ediyordun. İstersen oraya gideriz.
– Harika bir fikir, buna hayır demem imkansız. Ama oraya havalar serinlemeden gitmek lazım.
– Tamam da daha havaların soğumasına daha kaç hafta var. O zaman kadar evvelallah.

Halil çok gayretliydi, cevabı tek kelimelik oldu:
– Evelallah.

Benim doktorluğum tutmuştu: “Ameliyatla ilgili hiçbir film, rapor… filan var mı?” diye sordum. Bana ellerinde şu an hiçbir belgenin olmadığını, hepsinin ameliyatı yapan doktorda olduğunu söylediler. Onlar önümüzdeki haftalar nereye seyahat yapacaklarını hararetle tartışırken, kızı bana dönerek:
– Biraz önce bizim doktora iletilmek üzere bir zarf getirdiler, diyerek orada masanın üzerinde duran bir zarfı işaret etti. Belli ki bu zarfı henüz kimse açmamıştı.

Zarfı aldım. Bu patoloji laboratuvarından gelen bir rapordu. Zarfı açtım. İçindeki teşhis “pankreas carcinomuna bağlı, mültipl periton metastazı” idi. Bir doktor olarak bunun ne anlama geldiğini elbette çok iyi biliyordum. Ama böyle bir teşhisi şu an karşımdaki, gideceği seyahatin planlarını yapan, bu hayat dolu insana bir türlü yakıştıramıyordum. Bu rapordan çıkan anlama göre Halil’in hastalığı pankreas kanseri idi. Doktor karnı açtığında hastalık bir hayli ilerlemişti. O kadar ki periton denilen karın zarı üzerinde birçok yere yayılmıştı. Bu zarın tamamını çıkartmak tıbben mümkün olmadığı için doktor karnı kapatmıştı. Kısacası artık çok geçti ve ameliyatla yapılacak fazla bir şey yoktu.

O sırada hoca bana sordu:
– Dostum, sen de gelsene bizimle.

“Dostum” ya da “aziz dostum” hocanın tercih ettiği hitap şekliydi. Fakat ben kendimi öylesine patoloji raporuna kaptırmıştım ki, birden toparlanamadım. Hoca yineledi:
– Dostum, sen de gelmek istemez misin bizimle?
Yarım yamalak cevapladım:
– Tabii… Neden olmasın.

Çok canım sıkılmıştı, belli etmemeye çalışıyordum. Onlar gezinin yerini ve olası tarihini kararlaştırmaya çalışıyorlardı. O sırada Halil’e bir telefon geldi:
– Sağolasın Salihçiğim. Teşekkür ederim. İyiyim. İyiyim. Ufak bir yara imiş. Aldılar işte. Tabii… Tabii… İnşallah… Sanırım birkaç güne taburcu olurum. Bana kalsa yarın işe başlarım da.

Telefon konuşması bitti. Bir süre daha oturduk, sonra Halil’e sağlıklar dileyip kalktık.

Ünal da vedalaşmak istemişti, ama “Biraz sohbet ederiz” deyip, odama davet ettim. Ona patoloji raporunda yazılanları anlattım. Hoca “Ama bu imkansız” diye bağırdı. Bu bir refleksti. Ona benim de çok üzgün olduğumu, fakat tıbbın imkanlarının yazık ki sınırsız olmadığını, bir noktadan sonra yapılacak fazla bir şey kalmadığını anlatmaya çalıştım. Ünal’a sakin olması gerektiğini ve bu gerçeği kabullenmek zorunda olduğumuzu anlatmaya çalıştım, ne var ki o buna hiç hazır değildi. Adeta isyan ediyordu. O çok sevdiği ele avuca sığmayan, çok enerjik, hayat dolu arkadaşına böyle bir şeyi bir türlü yakıştıramıyordu. Ünal beni soru bombardımanına tutuyordu:
– Bu teşhis yanlış olamaz mı? Peki bir ameliyat daha yapılarak geri kalan hastalık temizlenemez mi? Ya da ilaç tedavisi ile kurutulamaz mı? Başka yapılacak bir şey yok mu?

Ben ona öncelikle sakin olması gerektiğini telkin ediyordum. Esasen bu konu benim branşım değildi ama ortadaki duruma göre cerrahi olarak yapılabilecek bir şey yoktu. Geriye iki ihtimal kalıyordu, kemoterapi ya da radyoterapi. Bunlar da gerçek tedavi anlamında çok fazla bir anlam taşımıyordu.

Ünal isyan ediyordu:
– Yani aslan gibi adam göz göre göre ölecek mi demek istiyorsun?

Cevap vermedim. Ünal tarifsiz kederlere gömülmüştü.

Ünal ertesi gün yine bana geldi. Daha sakin görünüyordu. Konu tabii ki yine Halil idi:
– Aziz dostum, yani şimdi yapılabilecek hiçbir şey kalmadı mı?
– Biliyorsun bunu dün de konuşmuştuk. Muhtemelen kemoterapi uygulanır. Ama buna takip eden doktoru karar vermeli.
– Ama sen bunun kalıcı bir çözüm olmadığını söylemiştin.
– Anlıyorum ama tıbbın elindeki olanaklar yazık ki sınırsız değil.

Biliyorum ki bu cevaplar onun beklediği cevaplar değildi. Ama bir doktor olarak öncelikle dürüst olmak zorundaydım. Bir süre daha tartıştıktan sonra Ünal artık gerçeği kabullenmiş görünüyordu. Ama onun aklı başka bir yere takılıydı:
– Eğer Halil bütün bunları anlarsa, işte o zaman bu gerçek bir felaket olur!
– Ama her şeyi ondan saklamak da doğru değil.
– Nasıl yani?
– Halil bundan sonraki olası gelişmeler hakkında iyi kötü bir fikir sahibi olmalı.
– Dostum sen neler söylüyorsun böyle? Yani en sevdiğim can dostuma sen kansersin mi diyelim? Göz göre göre öleceksin mi diyelim? Nasıl bu kadar gaddar olabiliyorsun?
– Tabii ki “Sen öleceksin” diyemeyiz. Ama Halil akıllı ve zeki bir adam. Hastalığın bundan sonraki aşamaları hakkında bir fikri olmalı. Yoksa her şeyi saklarsan, bir gün nasıl olsa anlayacak ve ona yalan söylendiğini sezecek. Bu daha kötü sonuçlar doğurur.
– Nasıl bir aşama demek istiyorsun?
– Mesela uygulanacak kemoterapiye bağlı olarak bazı yan etkiler ortaya çıkabilir. Bulantı, kusma, saç dökülmesi… vs.
– Peki bunu ona nasıl anlatırız?
– Mesela şöyle bir açıklama yapılabilir: “Halilciğim, biliyorsun senin karnında bir hastalık vardı. Neyse ki doktor o yarayı ameliyatla aldı. Bu çok güzel bir şey. Ne var ki bu tür yaralar bazan tekrar ortaya çıkabilir. İşte bunu önlemek için bir dizi ilaç tedavisi uygulanması daha doğru olur.”

Hoca “hımm” gibi bir ses çıkardı. Dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırarak başını iki yana salladı. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Sonra sessizliği yine Ünal bozdu:
– Dedim ya asıl korkum Halil’in hastalığının ne olduğunu anlaması.
– Aslında onu da uygun bir dille anlatmalı.

İşte bu noktada Ünal patladı:
– Yahu siz doktorlar ne kadar acımasız oluyorsunuz, bunu anlamak mümkün değil. Hepinizin yüreği taşlaşmış. Yani sana kalsa gidelim adama “Halilciğim, sen kansersin ve yakında öleceksin diyelim…” bu kadar da olmaz. Pes vallahi!

Onu yatıştırmaya çalıştım:
– Tabii ki “Sen öleceksin” demeyeceğiz. Ama belki onu da uygun bir dille anlatabiliriz.
– Nasıl yani?
– Mesela şöyle diyebiliriz: “Halilciğim, şu dünyada mutlaka hiç kimse hasta olmak istemez. Ne var ki hepimiz zaman zaman hastalanırız. Doktorlar da bizi tedavi etmeye çalışır. Zaten tıp ilminin varlık nedeni de bu değil mi? Bu hastalıklar bazan basit, tedavisi kolay hastalıklar olur, bazan da doktorları uğraştıran daha ciddi hastalıklar. Ama sonuçta hepimiz insanız. Bütün hastalıklar biz insanlar için. Hafif olanları da, ağır olanları da. İşte şu sıralar senin de önemsenmesi gereken bir rahatsızlığın var. Bunun için şüphesiz ki doktorlar elinden geleni yapıyorlar ve umarım onların ve senin gayretinle yakında eski sağlığına kavuşursun.”

Hoca uzun uzun düşündü. Yani “Bir kansersin demediğin kaldı” dedi.
– Aslında bu konu tıp dünyasında da tartışmalı bir konudur. Hastaya neyin ve ne kadarının söylemesi gerektiği konusunda kesin bir fikir birliği oluşmuş değildir.

Bu noktada Ünal’a bazı kişisel deneyimlerimi aktardım. Avrupa’daki doktorların hastalara kanser olduklarını daha rahat söyleyebildiklerini hastaların buna daha hazır olduklarını ve çoğu hastanın bunu bilmek istediğini anlattım. Bizde ise insanların daha duygusal olduklarını ve bu konuda doktorların da hastaların da birbirinden farklı davranışları olduğunu anlattım.

Ünal beni dinledikten sonra sordu:
– Peki aziz dostum, hastanın kanser olduğunu bilmesinin ya da daha açık konuşalım öleceğini bilmesinin ona ne faydası olacak ki? Böyle bir durumu öğrenmiş olmak onu daha çok ölüme yaklaştırmaz mı? Onun ölüme karşı direncini kırmaz mı?
– Bütün bu anlattıklarında tabii ki önemli oranda gerçek payı var. Ama yine de bu hasta olan kişinin kendisiyle ilgili bir durum. Onun eğitimi, kişilik yapısı ile ilgili.
– O zaman bir an empati yapalım. Sen onun yerinde olsan bilmek ister miydin?

Niye yalan söyleyeyim, kendi adıma ben böyle bir soruya hiç hazır değildim. Bunu ilk kez o an düşündüm:
– Bu soruya oturduğumuz yerden cevap vermek mümkün değil. Çünkü hiçbirimiz onun yerinde değiliz.

Ünal “haklısın” anlamında başını salladı.

Sonra yine aynı konuya döndü:
– Biraz önceki sorumun tam cevabını hala alamadım. Hastanın bunu bilmesinin ne yararı olacak?

Yaşadığım bazı örnekler gözlerimin önünden geçti. Lafı uzatmadan anlatmaya çalıştım:
– Hoca de ki adamın ölümünden sonra organize etmek istediği bazı işler vardır. Belki mirasını gönlünce dağıtmak isteyecektir. De ki işinin kendi yokluğunda nasıl devam etmesi konusunda bir yön belirleyecektir. Tut ki onda anısı ya da minnet borcu olan birine parasal ya da başka türlü bir jest yapacaktır. Şu dünyada hepimiz birçok arzumuzu, üstelik de çok istememize rağmen hep ertelemiyor muyuz? Hep “Tamam… o işi de yapacağım… ama henüz sırası değil.” demiyor muyuz? Çok istediğimiz bir sürü işi türlü bahane ile ilerideki bir tarihe ertelemiyor muyuz? Sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi düşünmüyor muyuz? Bu noktada insanın yakında öleceğini bilmesi bir avantaj bile sayılmaz mı?

Hocanın yüz ifadesi karmakarışık olmuştu. Bu “öleceğini bilmek avantaj olabilir mi” düşüncesi onu etkilemişti.

Devam ettim:
– İnsanın hep hayalini kurduğu ama bir türlü yapamadığı şeyler vardır. Kim bilir belki yakında öleceğini bilen bir adam, önündeki sınırlı zaman parçasına o yaşanmamışlıkları sığdırmak isterdi.

Tartışma burada noktalanmıştı.

Bu görüşmeden sonra hocayla bir daha karşılaşmadık.

Kadın karşımda öylece duruyordu. Bir süre hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı ve kısık bir sesle:
– Benim de size kişisel bir teşekkür borcum var dedi.

Elimle “buyurun” anlamında koltuğu işaret ettim. Oturduktan sonra bir süre yine hiç konuşmadı. Sonra kelimelerin her birine tek tek vurgu yaparak:
– Halil benim ilk aşkımdı, ilk erkeğimdi. Onu çok sevmiştim, diye başladı. Sonra bir süre sustu. Oturduğu koltuğun tam karşısındaki pencereden bir süre uzun uzun dışarıya baktı. Derken bana döndü: “Ama kısmet değilmiş” dedi.

Sabırla ve sözünü hiç kesmeden dinliyordum. Devam etti: – Ben kız enstitüsünü yeni bitirmiştim, 19 yaşındaydım. O ise çiçeği burnunda genç bir mühendis. Birbirimizi çok sevmiştik, evlenecektik. Ama olmadı, babam şiddetle karşı çıktı. Halil’in ailesi de beni istemiyormuş.

Sonra yine sustu. Bakışlarını karşısındaki pencerenin pervazına dikti. Hiç kıpırdamadan, bir şey söylemeden dakikalarca pervaza baktı. Sanki nefes bile almıyordu. Neden sonra başını yüzüme çevirdi. Yüzünde anlatmaktan vazgeçmiş gibi bir ifade vardı. Sonra yine devam etti: “Çok sonraları öğrendim ki, iki aile arasında benim de hiç bilmediğim, eski bir husumet varmış”. İki kez yutkunduktan sonra ilave etti:
– O zamanlar bu durumu belki Halil de bilmiyordu.

Yüzünde derin çizgiler oluştu, belli ki bu olay onu çok yaralamıştı. Devam etti:
– Kısa bir süre sonra Halil askere gitti. Burslu okumuştu, daha sonra da doğuya gidecekti. Ondan uzun süre haber alamadım.

Halil’in gidişinden bir yıl sonra babam öldü. Üç yıl sonra da annem beyin kanaması geçirdi, yatalak oldu. Annem artık bakıma muhtaçtı ve Avusturalya’daki ağabeyimi saymazsak, annemin ona bakacak benden başka kimsesi yoktu.

Bunları anlatırken vücudu farkında olmadan bana doğru eğilmişti, hatta koltuğun tam ucuna gelmişti. Sonra soluklandı ve tekrar koltuğa yerleşti. Bakışları bir süre yine pencereden dışarılarda dolaştı. Derken yine bana döndü:
– Ben ömrümü yatalak bir hastaya bakmakla geçirdim doktor. Bu son cümleyi söylerken ses tonu bir hayli yükselmişti. Ama hemen ardından adeta fısıltıyla ilave etti: “Bir de onu bekleyerek. Üstelik de hiç geri gelmeyeceğini bile bile.” Sonra başını iki yana sallayarak:
– Zaten benim gönlümde de ikinci birine ayıracak yer yoktu.

Kadının yüzünde gizemli bir ifade vardı. Adeta acılarla huzur birbirine karışmış gibi görünüyordu.
– Yıllar yılları kovaladı. Üç yıl önce annemi kaybettim. Artık kaybedecek fazla bir şeyimin kalmadığını düşünüyordum. Yanılmışım.

Bu “Yanılmışımdan” sonra yüzünde anlamsız bir ifade dolaştı. Sonra tek tek devam etti:
– Yanılmışım. Kaderde onu bir kez daha kaybetmek de varmış.

Bu son cümleyi söylerken yüzünde oluşan çizgiler adeta çektiği acıları anlatıyordu:
– Halil 6-7 yıl önce tekrar buralara döndü. Yanında karısı ve iki çocuğuyla. Dudaklarında kırık bir tebessüm oluştu.
– Onu hep uzaktan izledim. Mutlu olması için dua ettim. Hep karşılaşmamaya özen gösterdim. Ama tesadüfler bizi yine de birkaç kez karşı karşıya getirdi. Çok uzun konuşmadık. Gözler, o anlamlı bakışlar. Ne bileyim kelimelere sığmayan bir şeyler var. Hissedilen. Fakat anlatılmayan, anlatılamayan. Öyle bir şey. Nasıl söyleyeyim bir lisan düşünün ama o lisanı konuşmak için kelimelere ihtiyaç olmasın. İşte o dille konuştuk biz. Beni hala çok seviyordu. Bunu söyledi bana. Kelimeleri kullanmadan. Yani o söylemedi aslında. Ama ben bunu hep hissettim.

Bunları anlatırken başını kuğu gibi bana uzatmıştı, gözleri kocaman olmuştu, dudakları titriyordu.

Son cümleyi bir kez daha tekrarladı:
– Ben bunu hissettim doktor. İçimde eskiden kalma bir şeyler kıpırdadı.

Birkaç kez daha yutkundu. Şimdi ses tonu değişmişti. Daha toktu:
– Bundan altı ay önce beni aradı. Kanser olduğunu öğrendiğini söyledi. İnanmak istememiştim. Ben “Acaba yanlış teşhis olamaz mı, mutlaka bir tedavisi olmalı, yurt dışına gitsen…” tarzında bir şeyler söylerken, o çok kararlı bir tonla devam etti: “Önümdeki zamanım çok sınırlı, bunu iyi biliyorum. Ben henüz elim ayağım tutarken, bu sınırlı zaman içinde seninle hiç yaşayamadıklarımızı yaşamak istiyorum.” dedi. Çok ama çok şaşırmıştım. Ben daha durumu kavramaya çalışırken, onun planı hazırdı: Kızıldeniz’e gidecektik. O dalmayı çok severdi. Hatta bir dalış kulübüne üye idi. Anlattığına göre dünyada dalmak için en güzel yerlerin başında Kızıldeniz gelirmiş. Orada deniz dibinde dünyanın hiçbir yerinde rastlanılmayan, harika deniz dibi canlıları yaşarmış. Deniz bir akvaryum gibi pırıl pırılmış. Mercanlar ve başka adını bilmediğimiz çok çeşitli deniz canlıları inanılmaz bir renk cümbüşü yaratır, seyrine doyulmaz bir keyif yaşanırmış. Bunları anlatırken Halil’in gözlerinin içi parlıyordu.

Kadın yüzüme baktı:
– Buna hayır diyemezdim doktor, dedi. “Bu benim için gecikmiş bir balayı” olacaktı. Devam etti: “Bir hafta sonra üyesi olduğu kulübün düzenlediği ettiği geziyle Kızıldeniz’e gittik.”

Bana bu gezinin çok keyifli geçtiğini, Halil’in son arzusunun nasıl gerçekleştiğini uzun uzun anlattı. Gerçi Halil ne eskisi kadar derine dalabiliyormuş ve ne de eskisi kadar uzun süre suyun altında kalabiliyormuş. Ama çok mutlu imiş. Bunları Halil de mektubuna yazmıştı.

Kadının yüzünde şimdi inanılmaz bir huzur ve mutluluk ifadesi vardı. Dinginleşmiş yüzü adeta ruhunun haritası gibi idi. Sonra bu ifade birden kayboldu, yüzünü derin bir hüzün teslim aldı:
– Geçen hafta gazetede onun ölüm ilanını gördüm.

Artık gözlerinden boşalan yaşları kontrol edemiyordu. Hıçkırarak, masamdaki mektubu işaret etti:
– Emanetinizi size getirdim. Bu onun vasiyeti idi.

Kadın kapıya yöneldi.

Ümit Evran

* 2015 Hematolojik Onkoloji Derneği (kanser konulu) Hikaye Yarışması birincilik ödülü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EnginDergi Enginer Dijital Hizmetler | Tüm Hakları Saklıdır. © 2008 - 2024