Bilûn Kadın

Bilûn KadınRüzgar, ilk dağı aştıktan sonra gür çayırlarda çimenlerle oynaşır, sonra yoluna devam etmek ister; ama ikinci dağı öldür Allah geçemezdi. Dağ, rüzgarın Bilun Kadın’ın olduğu yere geçmesine izin verirse bir akıl bin akla dönüşecek… Dağ bunu bilmez mi?

Geçemediği dağın ardında Bilun Kadın vardı. Rüzgarla gidip gelirdi Bilun Kadın’ın yaşlı aklı. Yaşlı kadın, üç gün hiç uyumadan, hiç susmadan deliler gibi ortada dolanıp bulduğu herkese “Çankırı Konsülü! Çankırı Konsülünü duymadınız mı?” sorusunu sorar ve cevabını beklemeden kendini tarlaların içine sürerdi.

Bilun Kadın, yine her zamanki değişmez yerindeydi. Günün tamamını toprakla örtülmüş kulübesinin önünde geçirir, bütün gün kendi kendine konuşur dururdu. Birce ona içeride uyumasını söylese de yaşlı kadın bunu şiddetle reddederdi her seferinde. Kısa aralıklı uykularını yine bu kulübenin önünde kuş uçumu zamanlarda anlık nefeslerle yapardı. Bir şeyleri kaçırmaktan korktuğu belliydi. Birce, bunun ne olduğunu kestiremez ve bu nedenle de yaşlı kadına karışmazdı.

Gel-git akıllıydı ninesi. Hem gel’lerinden hem git’lerinden korkardı onun. Gelse bir türlü, gitse bir türlü. Gel’lerinde; bembeyaz hala gür, süpürge saçlarını iki üç dişi kalmış tarağıyla tarar, toplar… sonra salar yine tarar yine toplardı. Bunu yaparken kendini rüzgardan koruyan dağa, ölü yıkayan kadınların boş bakışlarıyla bakardı. Adı gibiydi Bilun Kadın. Geceyi sevmeyen anası, geceye ait bir ad vermişti ona nedense. Aklı git’lere takılınca, “Yarım Ay benim adım, yarım ay benim adım!” derdi gelip geçene. Gecede yarım kalmayı başarmış, ama gündüze de tam gidememiş bir aklı da beraberinde getirmişti bu ad ona.

Git’ler zordu Birce için, hem de çok zor. Yüz adamı aynı anda devirebilen Birce, yaşlı kadının git’leriyle baş edemezdi. Çaresizce onun peşinden onunla birlikte dolanır, ne yapacağını bilemez halde takip ederdi ninesini. Neler anlatmazdı ki ninesi bu git’lerde. Uzaktan yavaş yavaş gelip büyülü bir dünyaya götüren bir ıslık gibiydi yaşlı kadının anlattıkları.

Kabukları gün ışığıyla sarara sarara saman rengine dönüşmüş kalıkların içinden; ama onlara bir dirhem basmadan kulübenin önüne geldi. Ninesi yine aynı yerindeydi ve oturduğu yerde uyuyordu. Uyurken içine aldığı nefesler dışına verdiklerinden daha yavaştı. Onun artık bu dünyada gözü olmadığını, gitmek istediğini anladı. Tutup onu okşamak, saçlarını taramak, benim dünyadaki tek varlığımsın “GİTME” demek istedi; ama anlık nefese değer uykusunu bozmaktan korktu. İç içe geçmiş iki odadan oluşan kulübeye girdi. İki gün önce nasıl bıraktıysa öyle duruyordu her şey. Ateşi söndürüp öyle gitmişti. Çorbaya baktı, biraz eksilmişti. Yine de şükretti. Hiç yememesinden iyiydi. Işığın bolca süzülüp her yeri aydınlattığı iç odaya geçti. Yarım ay şeklindeki kalkanını kerpiç duvara dayadı. Kendini koruyan yeleği çıkardı, yıllara meydan okuyan köşedeki sandığın üzerine koydu. Yine diğer odaya döndü. Yüzünü bir tutam suyla yuğdu. Ninesini doyurmalıydı. Çorbanın tadına baktı: Hayır, yenmezdi. Telli dolaptan kurumuş et çıkardı. El çabukluğu ile onu haşladı. Suyuna gün’de kurutulmuş ekmekten kattı. Islanıp yumuşamasını bekledi. Yeşil yaldızlı toprak kaseye yemeği koyup ninesinin yanına çıktı. Ninesi yeni uyanmış, kendi korkularından korkan insanlar gibi bakıyordu etrafa. Yemeği görünce çocuk sevinciyle kaptı elinden. Acıkmış olmasına ve bunu anlamasına sevindi. Yesin, yesin ki ölmesin, yanında kalsın. Tek isteği buydu. Gel-git’li bu kadın onun koluydu, kalkanıydı. Beşinci yudumda yüz ifadesinden onun doyduğunu anladı. Midesinin küçüklüğüne şaştı, kaşık kadar kalmış yüzüne, sarkmış derisine baktı. Onun bir zamanlar yaman bir savaşçı olduğunu biliyordu. Onun torunu olmaktan hep gurur duymuş, adının onun adından sonra anılmasından hiç gocunmamıştı. Sırtını duvara dayadı, ayakları bir yumuşaklık hissetti ve “miu” sesi geldi ardından: Artemis’ti. Eğilip kucağına aldı, alacalı tüylerini okşadı. Sükunetle minneti birlikte duyumsadı. O yokken Artemis ninesine göz kulak oluyordu. Yaşlı kadın git’lerinde kayadan kayaya koşarken ve çığlık çığlığa bağırırken Artemis hiç şaşırmaz, hatta onunla birlikte dolanırdı. Zaman zaman onun ninesini anladığını düşünmeden edemezdi.

&&&&&

“Bazen rüyalarımda Bastet’i görüyorum… Bilun Kadın şeklinde de gördüm bir keresinde… Bastet sadece bana değil Bilun Kadın’a da girermiş meğer… Bastet gökteki yıldızların da içine giriyor… Bilun Kadın, yıldızlara bakıp onlarla oynaşmaya başlayınca kendimden bu nedenle geçiyorum. Şu Birce’ye bir anlatabilsem bunları. Bir anlayabilse ninesiyle beni. Sen anlayamayacaksın da kim anlayacak bizi Birce! diyebilsem… Kadınlar neden biz kedileri sevdi bir düşünsene Birce? Biz de sizin gibi savaşçıyız… Gözlerimizin parlaklığı sizi korkuttu, ama yol da gösterdi, öyle değil mi? Yakıldık, yok edildik… Aynı sizin gibi… Bilun Kadın bana emanet, onu en iyi ben anlarım, için rahat olsun Birce…”

&&&&&

Rüzgar, saçlarını havalandırdı. Yüreği hopladı. Gözlerini yumdu Birce, anı ve mekanı kokladı. Gözlerini açmadan günün kırıldığını hissetti. Sonra başka görüntüler geçti tek tek kapalı gözlerinin önünden: Toprak çatladı. Bir sürü bina çıktı yarılan topraktan. Gözlerini açtı, aklına kızdı: “Ninemin anlattığı öyküler aklımı zorluyor, başka bir şey değil!” diye teskin etti kendini. Mahpus duyguları ortaya çıkarmakta üstüne yoktu yaşlı kadının. Birden gel git’lerin anlamını çözdü: Hasretti Bilun Kadın… İnandığı şeylere hasretti, yok sayılmadığı günlere hasretti, mevsimlerinin kış olmadığı günlere hasretti… Anlamıştı, evet: Hasreti ağlıyordu ninesinin.

Düşüncelerinden yaşlı kadının ayağa fırlamasıyla sıyrıldı. Yaşından beklenmeyen çeviklikle dağın hemen eteklerinde başlayan, birkaç kayadan başka bir şey olmayan düzlüğe koşturuyordu yine. Birce’ye de “Gel! Hadi geel…” diye sesleniyordu. Git’ler başlamıştı boşluğun tam ortasına oturacak ve başlayacaktı anlatmaya; ama öyle olmadı. En büyük kayanın yanına varıp sarıldı kayaya: “Bu kim biliyor musun?” Bilmiyordu. Ninesi onun cevabını beklemeden diğer kayalara koşmaya başladı. Bir birine bir diğerine sarılıyor; ama bir şey söylemiyordu. Sonunda birinde karar kıldı: “Bu, benim anam!” Sonra öbür kayaya gitti: “Bu, senin anan!” Sonra başka bir kayaya: “Bu büyük ninem!”

Dolaştılar bütün kayaları, bütün anaları nineleri. Bütün atalarını tanıdı Birce, biraz da içinden gülerek. Yaşlı kadın gücünü yitirince olduğu yere çöktü. Yel gitmiş miydi ne? Duman bakışlarıyla hep yere baktı Bilun Kadın. Gün alıp başını gidinceye kadar oturdular bir dirhem konuşmadan.

Ninesi itiraz etmeden onunla içeri girdiğinde şaşırdı. Mekanını terk etmeye göze almıştı. Onu uyutup başını yastığa koyduğunda yorgunluğunu hatırladı. Boğucu ve dumanlı günler bekliyordu onları. Kadı’nın fermanıyla kadın savaşçılar çekiliyordu şehri koruma görevinden. Sizin iyiliğiniz için demişlerdi de hiçbirinin aklı yatmamıştı bunun kendi iyilikleri için olduğuna. Nilüfer Hatun’a gidip duruma el koymasını istemişler; o da “İlgileneceğim!” demişti savaşçı bakışıyla bakarak. Anlaşılan kızmıştı kendinden habersiz alınan bu karara. Düzeltecekti mutlaka bu durumu. Kadınlar ne iş yapardı, nereye giderlerdi, bin yıllık gelenek nasıl bozulurdu? Uykunun rahat kollarına kayarken ninesinin ortalıkta dolanan hayalini görür gibi oldu. Neden sonra gecenin soğuk eliyle uyandı. Geceyi dinledi. Ninesi yine ortalıkta, gecenin başı dertte yarım ay’la. Biraz uyudu, açtı gözlerini geceyi yine dinledi. Bir öncekinden bir fazla bulamadı bir şey. Ninesine kaygılanmamaya karar verdi, ne de olsa gideceği bir mekan yok hiçbir yerde. Avuç avuç güneş saçan kadınla uğraşırken rüyasında açıverdi mahmur gözlerini. Nadaslanan güneşi gördü. Sıçradı yerinden, ninesini aradı kapı önünde. Yok. Bir rüzgar esti, ardından bir tane daha… Aklı gitti Birce’nin. Elini siper edip baktı etrafa yüreği hoplayarak. Ninesi, “Aha bu benim Anam” dediği kayaya sarılı uyuyor.

Rüzgar geçirmez dağa baktı: “Koru onu!” dedi yalvaran sesle. Yanına vardı sessizce. Rüzgardan mı onun varlığından mı gözlerini açıverdi yaşlı kadın. Başladı söylenmeye: “Dumuuuz, Dumuz! Ne işler açtın başımıza!”

Yine Dumuz hikayesini anlatacaktı anlaşılan. Sayısız kez dinlemişti bu hikayeyi ondan.

“Tamam Nine, Dumuz yok artık, unut onu!”

Unutmanın nafile olduğunun farkındaydı. Anıları ile arasına mesafe koyamıyordu yaşlı kadın. Geçmişindeki her şeyi yeni yeniden yaşıyordu. Her hatırlayış aldığı nefesleri azaltırken sonsuz yolculuğu ile arasındaki mesafeyi kısaltıyordu. İçi yandı: “Yapma Nine, yapma ne olur. Kapıp koyverme kendini. Israrla gitmek istiyorsun, peki, beni nasıl bırakacaksın?”

Gök rengi gözlerini Birce’ye dikti yaşlı kadın. Onu ilk kez görüyormuş gibi baktı: “Ma Ana’mız onda göründü… Onda göründü…” İnanna’ya takılmıştı Ninesi, onu diğer hikayelerden daha fazla anlatır olmuştu son günlerde. Her bahar, İnanna’nın Dumuzla birleşmesinin anlatıldığı köydeki şenlikleri dört gözle bekler, o gün geldiğinde özel giysilerini giyer, dağın ardındaki köye kuş uçumu bir zamanda gider, yapılan şenliklere genç kız heyecanıyla katılırdı. “Bilun Kadın geldi… Bilun Kadın geldi…” çığlıkları içinde bir kraliçe edasıyla kendine ayrılan yere otururdu. Aynı anda yanan yüzlerce mumun titrek ışıklarının duvarlara yansıyışlarını, mıhlamaların ipeksi dokunuşlar bırakan kadifelerinin mumların ışığında parlayışlarını keyifle izlerdi. Şetarileri ayrı severdi Bilun Kadın. Kelebek yumuşaklığındaki şetariler, ona bir daha geri gelmeyecek gençliğini hatırlatırdı. Büyük sevdasını bu İnanna şenliklerinde yaşadığı söylenirdi Bilun Kadın’ın. Anılarla mesafesini iyice daraltmış yaşlı kadının, anılarını an’ı üzerine yaymaya başladığını herkes biliyordu artık.

Sevdasını bilenler anlatmıştı Birce’ye. Büyük sevdaymış onlarınki. Yıllarca bu sevdayı öyle bir saklamış ki içine kimse çıkaramamış onu olduğu yerden. İşte şimdi bu git’ler başarıyor kimsenin başaramadığını.

“Yakışıklıymış Glima. Güneş saçları ve ayna yüzüyle bakarmış Bilun’un yüzüne. Bakarmıy mış? Onu da bilemezmiş Bilun’un zavallı yüreği. Kendine baktığını düşünür binbir çiçek açarmış yüreğinde, ve “Bilun’u ne yapsın bu güneş oğlan?” sorusunu sorduğunda o hızla da solarmış açan bu çiçekler. Bilun kim, o kim?

Bu düşünceler içindeyken kaza bela yoluna çıksa ne yapacağını bilemez, öyle kalır, kendini toplar; yangınları yangınlarla söndüremeyeceğini tezce anlatırmış kendine. Yaz ve kış gibiymişler. Biri gece biri gündüz. Bu duygular onun dünyasını sislendirir, ne yaparsa yapsın bu sisi dağıtamazmış. Ne zaman gözleri değse birbirine sırlarını dökermiş aynaları. Döksün ki yangınlar çıkmasın, çıkacak yangınlarla baş edemeyeceğini bilirmiş. Sırsız aynalarla dolaşmaya başlamış. Siyah ve beyazmış onlar, sıcak ve soğuk. Yaşadıkları yerde sığacakları, sığınacakları bir mekan yokmuş. Biri Mağrip’te biri Maşrık’ta olmalıymış. Sevdası ağır bastığında olmaz’ları olur’a dönmüş bir gün. Bu defa onun gözlerinde kalmak istemiş. Kalsın ki hangi mevsimde olduğunu bilsin. Kışta mı yazda mı? Ona vardığında coşan, ona vardığında köpüren cılız bir dere gibi akarmış durmadan. Köyün kızlarından biri: “Glima çok yakışıklı!” dese kor gözlerle bakarmış.

Bu duygular içinde debelenirken bir gün Glima çıkıvermiş karşısına: “Aktım ben sana!” demiş. Kuşlanmış yüreği, titremiş elleri. Bakamamış Glima’sına. Sadece “Glima!” diyebilmiş. Anlamış Glima. Söylenmemiş bütün sözlerle sarılmışlar birbirlerine. Sağır ve dilsiz zamanlar bahara dönmüş. Ne zaman kışlansa yüreği o zaman onu düşünür onun adına yüzlerce anlam yüklermiş. “Glima ve Bilun olmaz.” diyen duman sözlere kapatmış kulağını. Anasının kulağına da gitmiş bu duman sözler. Anası almış onu karşısına üzüm karası saçlarını okşamış;” Su damlam benim, anla yavrum, olmaz bu iş. Hadi biz “Ha!” dedik, “tamam” dedik; dedik de bu sefer onlar demez güzel ceylanım. Bu sebeple kapıp koyverme kendini bu sevdaya.

Glima’nın kendinden kaçtığını anladığında anasının sözlerini hatırlamış. Kışlarla dolaşmış güneşin alnında. Çaresiz dolanırken ortada Glima çıkıvermiş karşısına: “Senden vazgeçeceğimi nasıl düşünürsün? Patlasa da yer, gürlese de gök senden vazgeçmem. Yerle gök diyorlar bize. Bizim inancımız sevda. Onlar varsın başka şeylere inansınlar. Her şeyi yoluna koyacağım. Sadece inan bana!”

“Ya bizimkiler?” demiş sessizce, incecik. Glima hiç düşünmeden “Kaçarız!”

“Kaçarız!” demiş o da; ama, “Sen benim diğer yarımsın, sen olmazsan diğer yarımla yaşayamam!” dememiş. Sonra günlerce haber alamamış ondan; ama sabırla beklemiş, Glima’sı bana inan dememiş mi? Bir gün; “Denize binip gittiler!” demiş birisi. O da gitmiş gidenlerle. O andan sonra Bilun için her şeyin adı hatırlamak ve unutmak olmuş. Bir yarısı onda kalmış, diğer yarısını aklında tutamamış. Ertesi günü can arkadaşı Armina çalmış kapısını. Bir kağıt uzatmış. Anlamış Glima’sından. Başını sallamış, okuyamam demiş. Armina okumaya başlamış. “Ay Parçam!” diye başlıyormuş. Ay Parçan kurban olsun sana demiş içinden. “Gitmek zorundayız; çaresizim ama bekle beni. Geleceğim seni almaya.” diyormuş uğruna ölebileceği adam. Bekler tabii. Neden beklemesin, gökle yeri birleştirecekler.

Bir düşünceyi bir düşünceye bağlama sevdası o zaman başlamış. Bir gün Armina’ya dönüp; ‘Gemileri rüzgar mı şişirir Armina?’

Hiç gemi görmemiş Armina, ne diyeceğini bilememiş. Yine de başını sallamış. Keşke sallamasaymış. O andan sonra Bilun rüzgar kovalamaya başlamış. Rüzgara konuşup Glima’sını kendine getirmesi için yalvarıyormuş. Glima’nın gelmesi uzadıkça aklını da rüzgara emanet etmeye başlamış. Beklemiş Bilun, yılmadan, usanmadan beklemiş. Üç günlük denizi mekan tutmuş mekansız Bilun. Geçen her gemide Glima var sanıyormuş. Evlendirmek çare olur diye biriyle baş göz etmişler çaresiz Bilun’u. Adam, katlanmış onun bu haline, herhal sevmiş onu kendince.

Birce eğlenceyi izleyen ninesine baktı. Bilun Kadın’ın güçsüz bedeni yorgun düşünce birbirlerine dayanarak döndüler evlerine. Yatırdı ninesini, dualar etti rüzgar çıkmasın diye.

Sabah gün ağarmadan yola düştü. Vardı Nilüfer Hatun’un görkemli otağına. Bütün Bacılar uykularını sağaltamamış yüz ifadesiyle bakıyordu etrafına. Nilüfer Hatun’un eteğini öpüp yerine geçerken ruh kurumasına uğramış bir yüz gördü onda da. Haberlerin kötü olduğunu anladı. Herkes tamamlanınca oturduğu yerde dikleşti: “Bursa koruması artık bizde değil Bacılarım. Bundan sonrasına sözüm geçmiyor. Siz yılmaz savaşçılar yuvalarınızı kuracakmışsınız. Kararlara itiraz istemiyorlar. Kadın düzeni bozmamalıymış!”

Kişi tüketirmiş ya kendini, onları tüketen başkalarıydı. Homurtular yükseldi, itirazlar yükseldi. Ama Nilüfer Hatun çoktan gitmişti bile. Birce de eşyalarını toplayıp köyün yolunu tuttu. Ninesini merak ediyordu. Akşama doğru vardı kulübeye. Ninesini göremedi ne kapı önünde ne de kayaların orada. Hızla içeri girdi. Yaşlı kadını bıraktığı gibi yatakta buldu. Yemekten bir yudum bile yemediğini fark etti. Nefesini dinledi. Yok gibiydi.

Belli belirsiz gözlerini açtı ninesi. “Gma…” ve “di” duydu sadece. Neler oldu diye inledi Birce. Neler olmamıştı ki…

Bilun Kadın, Birce gider gitmez her zamanki yerini almıştı kapı önünde. Ardındaki denizi görür müyüm, diye baktığı dağın ardında dumandan başka bir şey göremedi. Üstelik bu duman kayalara kadar inmişti. Bilun Kadın hayra yormadı bunu. “Benim güzel Allah’ım sen koru bizi, salma üzerimize kurdu kuşu.” deyip gezdi evin önünde bütün gün. Sis gittikçe kapladı her yeri. Sümbül sümbül döküldü zamanın içine. Döküldü de çocukluğundan beri dinlediği dağın bu halini aklını kokulardan alıp anlayamadı. Ondan yaşlı gözlerinin ona oyun oynadığını düşündü. Yaşlı bedeni dayanamadı bu yorgunluğa. Gözlerini kapattı usulca. Aklı ve içi kayarken derin bir boşlukta, bir uğultuyla kendine geldi. Eskimiş gözlerini açtı. Yer ve gök birleşmiş gibiydi. Yüzleri olmayan insanlar gibi öfkeyle baktı. Sisi savurdu şöyle bir eliyle. Ama sis gitmedi hiçbir yere. Öfkesine bir ses karıştı. Öfkeyi ayırıp sesi dinledi. “Bilun…!” diyordu bir ses. Bu, o olamaz, dedi kendine. Son günlerde hayal görüleri artmıştı. Glima çoğu geceler ayak ucuna gelip oturuyordu. “Bilun!” dedi yine ses. Emin oldu bu kez. Glima’ydı bu. Birden ağrıları dindi, kan çekilmeleri durdu. Bir sancı geçti yüreğinden. Göğsüne koyduğu eliyle Glima’sız geçen yılları saydı. Bir sancı daha geçti. Hayır sancı değil, bir rüzgar bir hava… Ne olduğuna karar veremeden başı yana düşerken yaşlı yüreği yine kuşlanacak gücü buldu. “Glima!” dedi. “Biliyordum geleceğini!”

“Çok beklettim ay parçam ne olur affet beni.”

Ses suret olunca konuşamadı Bilun Kadın. “Hiç değişmemişsin, aynısın, aklımı başımdan alansın…” diyemedi. Uzattı elini. İşte eli elindeydi. Elleriyle açtılar sisi. Sis alıp başını gitti. Aralanan yerden torununu gördü. Sevindi. Gitmeden görmek istediği tek kişiydi. Başı yana düşerken gülümsüyordu.

Şükran Engin Atmaca

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EnginDergi Enginer Dijital Hizmetler | Tüm Hakları Saklıdır. © 2008 - 2024