Dilsizleştirilmiş Kadınlar

Dilsizleştirilmiş Kadınlarİki buçuk milyon yıl sürmüş insan tarihine baktığımızda bize öğretilen pek çok şeyin yanında öğretilmeyenlerin çokluğu bizi şaşkınlık içinde bırakıyor ve hayretler içinde kalıyoruz. Erk’in şanlı tarihinde yaptıklarını okurken kadının hiçbir olaya damga vuramadığını, bizi öteki konumuna soktuğunu ve kendimize olan inancımızın sarsıldığını fark ediyoruz. Meğer biz erk’in tarihinden silinmişiz. Hiç yokuz, hiç olmadık zannettiğimiz tarihte kadın olarak varlığımızı gördükçe bize anlatılanların sorgulanması ve her şeyin yeniden araştırılması gerektiğini anlıyoruz.

Bir toplumu değiştirmenin en kolay yolu dilini yok etmektir. Eril söylemde kadını tanımlayan o kadar cümle vardır ki şaşıp kalıyoruz. Ama bu tanımlamaların hepsi eril dildir. Kadının özne olduğu ve kendini tanımladığı cümleler hiç yok. Eril dil oluşturulurken daha önceki dilin silinmesi gerekmektedir. Eril dilin, daha önceki kültürü temsil eden “anne dili”ni silme, karalama, bozma çabasına yoğunluğunu görmemek imkansız gibi. Ve bu, sözel ve yazınsal tarih sürekli kadınlar hakkında yani bizler hakkında konuştuğu için konuşan ses, bize pek tanıdık gelmiyor. Kadın dediğin şöyle olmalı, kadın dediğin böyle olmalı sesi kulaklarımızı tırmalıyor. Kadının kendini anlattığı alanlar hemen hemen hiç yok. Neden kadını daima erkek tanımlıyor? Kadın kendini tanımlayamaz mı, kadın kendini anlatamaz mı? Eril düşüncenin tarihi, erkeği kahraman olarak ele alırken kadını hata yapan, eksik düşünen bir nesne olarak ele alması artık bizi çileden çıkarıyor. Erkeğin yaptığı hatalar ya da suçlar kadına yüklenmeye devam ediyor. İlk günahı birlikte işleyen (erk anlatımındaki elma) iki cinsten sadece biri neden “lanetli” ilan edilirken diğeri yüceltiliyor? Bu durum, biz kadınları hayretler içinde bırakıyor. Ama yine de sesimizi duyuramıyor, susturuluyor, dilsizleştiriliyoruz.

Hayret konusuna girmişken ilk hayreti de birlikte yaşamış olan iki cins bugün her şeyde farklı imiş gibi gösteriliyor. Düşünmeye başlayan ilk insanların ilk hayreti; biraz önce yaşayan, hareket eden diğer kişinin ölmesiyle başlamış. (Ölümle yüzleştikleri, ölümlü olduklarının farkına vardıkları an) Bu insanların bildiği tek dünya, yaşadığı, gördüğü dünya. Peki ölen bu kişi, nereye gitmiştir? (İlk sorgulama başlar.) O zaman başka bir dünyanın daha olduğunu düşünmeye başlıyor. İkinci hayreti ise gece olduğunda ışıklarını yansıtmayı bırakıp bilinmeyen yerlere giden; gündüz gelip her yeri aydınlatan güneş, karanlık zamanda nereye gitmektedir? Biraz önce dediğimiz gibi bildiği iki dünya vardı. Kararını verir: Güneş geceleri kendisinin gidip görmediği ama düşünerek bulduğu ölülerin dünyasına gitmektedir. Kendisinin gidemediği dünyada güneş, neler görmektedir? Bunu nasıl öğreneceklerdir? Işıklarını yansıttığı ilk yer olan ve gördüğü her şeyi oraya anlattığını düşündükleri sulara başvururlar. Su falları tarihte yerini alırken, kadının kahinlik özelliği de başlamaktadır.

Eski dünyada ortak din kavramı kadın bedeni üzerinden yaratılmıştı. Kendi neslini doğurarak yaratan kadın; beslemesi ve verimliliği ile en büyük yaratıcı güç olarak görüldü ve ilahlaştırıldı. Nasıl mı oldu? İlk kominal toplum olan bu insanlar, kendi aralarında iş bölümü yapar. Erkek avlanır, kadın topraktan bitki toplar. Erkek avlanırken vahşi hayvanların saldırısına uğrayıp yaralanır ve bu yara onu öldürür. Kadın da her ay kanamakta ama ölmemektedir. Ayrıca kadının kıtlık anında bile sütünün hiç bitmemesi, çocuğunu emzirebilmesi ve dolayısıyla çocukların açlıktan ölmemesi; kadına kutsallık atfedilmesini beraberinde getirir. Hayvanı ilk evcilleştirenin kadın olduğunu biliyoruz. Kadın kulübesinin önünde çocuğunu emzirirken doğada yavrusunu emziren diğer dişi hayvanlarla kendi arasında özdeşlik kurar. Dişi hayvanın kadına “mee” dediğini ve kadının bunu “BEN VARIM” olarak algıladığını Yıldız Cıbıroğlu’nun kitabından (Anadolu’da Kadının Kültürel Şifreleri) öğreniyoruz. Kadın da ona “meee-(ben de varım)” der. Böylece Anadili başlar. Evcilleştirdiği hayvana da doğurduğu çocuğa da öğrendiği bu dille “MENİM” der. Ama çocuk ve evcilleştirip sürü haline getirdiği hayvanı birbirinden ayırır. Çocuğa “MENEM” Sürü’ye ise “MAL” der. Ve erkek işte çocuğa değil, mala talip olur. Oluşturduğu dille çömlekler yapmış, halılar dokumuş kadın dili, erk diline dönüşürken mal ve güç erkekte; çocuk ise “anne”de kalır. (MERYEM-İSA)

Bir dili yok edip diğer dili egemen kılmanın en kolay yollarından biri “AD VERME” gücünü ele geçirmektir. Adı olmayan hiçbir şey var olamaz; ad, var oluş demektir. Bu nedenle tek Tanrılı dinlerde yaratıcı, yaratacağını önce zihninde tasarlar, sonra ona ad verir. Aynı zamanda bir şeyin adını bilmek, onun gizemini de ele geçirmek demektir. Bu anlayış binlerce yıldır masallarda, mitlerde, efsanelerde varlığını sürdürür. Kutsal Kitap’ta (Tevrat), Tekvin bölümünde bu durum, gene gene tekrarlanır: (ve Allah “ışık olsun!” dedi. “ışığa gündüz, karanlığa gece adını verdi.”) Gördüğümüz gibi kadının doğurganlığının gizemli gücü, yerini bilinçli bir yaratma ve ad verme eylemine bırakmaktadır. Bu anlayış, yazının ortaya çıkması ile hız kazanır. İlk katip, kadın olmasına rağmen yazının gücünü ele geçiren erk; simgeleri ve adları hızla değiştirmeye başlar. (Bugün AnaTanrıça dilinin kökü olan ve “M” ile başlayan sözcüklerin hemen hemen tümüne olumsuz anlamlar yüklenmesinin nedeni budur. (mama-mızıldamak-mongof vb.) Artık yaratan Tanrı’dır, Tanrı’nın SÖZÜ’dür. Yine bu nedenle “Önce SÖZ vardı!” der tüm kutsal kitaplar. Sözü üretenin kadın olduğu unutturulur. Çabucak mı? Hayır. Bu çaba bin yıldan uzun sürer ve Kutsal Kitap’ın TEKVİN bölümünde doruğa ulaşır. Tanrı doğadaki her şeyi yaratır ve Adem’e getirip onlara “ad vermesini” ister. Adem bütün yaratılanlara ad verir ve gücü ele geçirir. (Güç, ona teslim edilir. Kadının adını da o verecektir: Havva)

Tevrat’ta demez mi; TANRI kendine benzeyen’i yani erkeği yarattı, kadını da onun kaburgasından. Ama yarattığı hiçbir öykünün geçmişini silemedi. Silemediği öykülerden biri de Tevrattaki iki yaratılış hikayesinin ilkidir. İlk yaratılıştaki bu hikaye, Ana Tanrıça kültünden gelen öğelerle bezelidir. (Aslında ikinci yaratılış da Ana Tanrıça kültünden gelme öyküdür.) Lilith hikayesi olarak bildiğimiz birinci anlatıda kadın ve erkek eşit yaratılır. (İkinci ise kadını erkeğin kaburgasından yaratır ve her söze kanan Havva çıkar karşımıza. Şeytana bile kanmamış mıdır?) İlk yaratılıştaki anlatımda Adem’in karısının adı Lilith’dir. Lilith adı bize pek yabancı gelmez. Haklıyızdır da. Mezopotamya’ya uzandığımızda Lilutu doğurganlığın ve bereketin simgesi Tanrıça İştar’ın yardımcısıdır. Bu anlatıyla, Tanrıça’ya hizmet ettiğini varsayıp tapınaklarda erkeklere ilk tecrübelerini yaşatan “kutsal fahişelere” yardımcı olan Liluta yok edilememiş, adı Lilith olmuş ve Tevrat’ta Adem’in ilk eşi olarak yerini almıştır. Lilith, cennette Adem ile eşit olmak ister. Kabul görmez bu isteği ve o öfkeyle Tanrı’nın anılmaması gereken adını anar ve cennetten kovulur. (Lilith’i unutturmak için hristiyanlık Meryem’i, İslamiyet Fatma Ana’yı koyacaktır.) Yerine Havva gelir. İkinci yaratılıştaki anlatı ise çok daha ötelere götürür bizi. Tevrattaki cennet bahçesinin benzeri dört büyük ırmakla çevrili Sümer yaratılış bahçesine gidelim: Ana Tanrıça Ninhursag ırmakların aktığı, bin bir çiçeğin salındığı bu cennet bahçesinde sekiz muhteşem bitkinin yetişmesine izin verir. Ancak tek şartı vardır: Tanrılar bu meyvelerden yiyemeyeceklerdir. Fakat Su Tanrısı Enki bu meyvelerden yer ve ceza olarak Ana Tanrıça Ninhursag tarafından ölüme mahkum edilir. Ve bu karar doğrultusunda Enki’nin sekiz organını hasta eder. Araya pek çok kişi girer ve Ninhursag Enki’nin iyileştirilmesi konusunda ikna edilir. Ninhursag, Enki’nin hasta olan her organı için bir Tanrıça yaratır. Enki’nin hasta kaburgası için yaratılan Ninti’nin (Kaburga Tanrıçası) Sümer dilinde iki anlamı vardır: birincisi, kaburganın dişi egemeni; ikincisi, yaşamın egemeni. İbranice’de yaşamın dişi egemeni’nin anlamı Havva’dır. Havva’ya nasıl gelindiğini bilmek için kültürel aktarımları takip etmek yeterli sanırım. Sümer’de yaşamın yaratıcısı kadın iken İbraniler’de BABA-TANRI’dır ve gücünü hiçbir Tanrıça ile paylaşmaz. Paylaşılmayan bu güce nasıl gelinmiştir?

İlk kominal toplumlara tekrar dönecek olursak; kadının doğa ile iç içe olduğunu ve doğa ile ilgili her bilgiyi öğrendiğini görüyoruz. Kendi çevresinde yenilecek otlar bittiği için uzaklara gitmeye başlamış ve bu nedenle adına “Çok gezen” denmiş. Geçirdiği evrelerle kadının üç haline de (gençlik, orta yaş ve yaşlılık yani bilgelik) benzeyen ay kıstas alınmış ve bitki toplamak için gezen kadın, ay gibi gezdiği için “ay” ile özdeş tutulmuş. (Ana Tanrıça Kibele’nin başında ay vardır. Bugün ay’ın yer aldığı simgeler ana kadından gelmektedir.) Güneş değişmez; ay, büyür, küçülür, yok olur. Üç gece gökte görünmez ve yeniden doğar (yeni ay). Bu sonsuz döngüsellik, zamanın ay birimleriyle ölçülmesini beraberinde getirir ve tüm toplumlarda ay takvimleri kullanılmaya başlanır. Dünyaya yaşam veren yağmur da ay’ın etkisindedir ve sular da (gel-git) onun etkisiyle oluşur. Tufan, ayın öldüğü o üç gün içinde oluşur. Kadının adet döngüsü 27 gündür. (AY AYI) Bu rakam da ayın döngüsel halinin zamanla ifadesidir. Buzul çağından beri ay’ın simgesi olarak bilinen spiral de ayın evrelerinin sembolüdür ve aynı zamanda cinselliği ve üretkenliği temsil eder. Şimşek de ayın görüntüsünün özdeşidir. (Zamanla Mezopotamya ve Yunan mitlerinde baş Tanrıya bu şimşek verilecek.) Kadının üreme işlevini Ay’ın düzenlediği düşüncesine hemen hemen bütün halklarda rastlanır. Ay’ın 28, 29 ve 30. günde ortadan yok olması kadınların ırzına geçmek için yeryüzüne indiği düşünülür. İşte âdet kanamaları da bu nedenle olmaktadır. Kanamalar, düşen dölütlerdir. Yine bu nedenle kadınların erkeklerle aybaşı döneminde cinsel birleşmeden kaçınmaları ilk tabuyu getirir. Dölütün kaynağı olan ay ritüelleri bütün toplumlara egemen olmuştur.

Anadolu’da Ana Tanrıça’nın izini sürdüğümüzde karşımıza Ma çıkar. Doğa içinde yaşadıkları dönemde kadın, kendine yakın bulduğu dişi hayvanları mağarasına almaya başlayınca ve gece mağaradan hayvanın sesleri geldikçe, kadının yanına aldığı hayvanın kimliğine büründüğü düşünüldü. Böylelikle kadına üstün vasıflar atfedildi. Ve gittikçe doğurganlıkla birlikte ölümsüzlük de yüklendi ve Ana Tanrıça olarak görüldü. Ve kadının gücünü kutsamak için onun figürlerini yapmaya başladı. Anadolu’da nereyi kazsak bu kadın figürü çıkar karşımıza. Bu kadın anaçtır, memeleri ortadadır; hamile gibi kocaman bir göbeği ve en önemlisi göbeği ile cinsel organı arasında bir üçgen vardır. Üçgen hava, su ve toprağı simgeler. O, doğayı doğurmuştur, bereketi o sunmuştur. Ona çeşitli uluslar Ma-Kawa-Kubaba- Kibele-maya-dawa-ara-ra dediler. Luvilerin büyük anası MA, ağustosun sonu geldiğinde ortadan çekilir, insanlar onun sunduğu hasatı toplar ve ona şükranlarını sunardı. Ma’tem (Ma’ya veda) sözcüğünün buradan geldiği düşünülüyor.

Toprağa egemenlik arttıkça kadına atfedilen özellikler daraltıldı. Ana Tanrıça kültünde dölün erkekten geldiği bilinmezdi. Kadın, fasulyeyi, mağaradaki yosunları yediği ya da rüzgar yuttuğu için gebe kaldığını düşünürdü. Üremede erkeğin rolü öğrenildikten sonra törenlerde Ana Tanrıça yanında bir oğul ya da eş bulundururdu. Bu erkek, bir ay yılı Ana Tanrıça’ya eşlik ederdi. On üç ayın on iki ayını Ana Tanrıça’nın yanında Kral olarak geçirirdi. On üçüncü aya girerken Kral’ın yerine yenisi seçilir bir ay boyunca iki Kral birlikte törenlerde yer alırdı. On üçüncü ayın sonunda eski Kral kurban edilir, kanı toprağa akıtılırdı. Artık zaman yeni Kral’ındır. Üremedeki önemi arttıkça erkek söz hakkı istemeye ve bu hakkın kullanımını uzatmaya başladı. On iki ay yerine 24-25 ay kalmaya başladı. Ve yüzyıllar geçtikçe kurban edilmesini de önledi. Artık onun yerine seçilen yeni Kral kurban ediliyordu. Gittikçe yeni Kral da kurban edilmedi. Onun yerini bir hayvan aldı ve bundan böyle kurban edilen hayvan olacaktı. (İnsan kurban etmeyi pagan döneminde lanetlediler. Pelops’u kurban eden Tantalos sonsuz işkencelere tabi tutuldu. Pelops’un etinden sadece bir zamanların Toprak Tanrıçası Demeter yer. Demeter’in insan etini yediği bu anlatıda da Ana Tanrıça kültü yerlere atılmış, lanetlenmiş olur.)

Bazı uzmanlar erk sisteme geçişin simgesi olarak kazmayı gösterir. Ana Tanrıça döneminde erkeğin üremedeki yeri keşfedildiği zamanlarda kadının rahmi toprak, erkeğin menisi yağmur, erkeklik organı da toprağı süren kazma olarak alındı.
“Kazmayı var etti, ‘gün’ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi
Kazma’ya ve sepete kudret yükledi
Enlil kazmasını yüceltti
…Kazma ve sepet kentler kurar
Sağlam evi kazma yapar, sağlam evi kazma kurar” (Sümer Mitolojisi, S.Noah Kramer, s.104)

Görüldüğü gibi kazma erkek olduğunda kadın da sepet oluverir. Kadın tarla da olur. İstendiği gibi sürülmelidir: (Kadınlar sizin ekeneğinizdir; ekeneğinize nasıl isterseniz öyle yaklaşın. Bakara-223)

Tunç çağına ve sonrasına gelindiğinde kentlerin korunması ve artı değerin el değiştirmemesi için savaşların kıyasıya yaşandığını görüyoruz. Savaşlarda sığındıkları ve dua ettikleri artık Tanrıçalar değil, Tanrılardı. Tanrılar gökten mi indi yoksa insan mı onu tasavvur mu etti, bunun üzerinde durulmalı. Tek Tanrılı dinler; “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı!” der. Oysa tek Tanrı öncesi dönemde insanlar Tanrılarını kendi suretlerinde betimlemişlerdi. Tanrılar, insanlar gibi yer, içer, âşık olur ve evlenirdi. İnsani tüm vasıflara sahiptiler. Bu durum, anlatılarda da kendini gösterir. Tanrılar, Tanrıçaların yerini alırken onlara ve zihinlere inanılmaz bir şiddet uyguladı. Ve bu şiddet kendini genelde tecavüz olayı ile gösterdi. Tarih sunmaktadır ki erk sistemin en önemli özelliği şiddeti cinsellikle göstermeleri olmuştur. Bu cinsel şiddet erkeğin gücüne güç katarken kadını zayıf, acınası duruma düşürmüştür. Kadını cinsel şiddetle kontrol altına alma çabası Sümer’de başlar ve sonra Yunan’da ve daha sonra da günümüzde devam eder. Sümer panteonunun en önemli Tanrısı Enlil’in Ninlil’e tecavüzü Jean Bottero ve S. Noah Kramer’in Mezopotamya Mitolojisi adlı kitabında tablet çevirilerinde sayfalarca yer alır. (Mezop.Mitolojisi, Jean Bottero, S.Noah Kramer, s.115-126) Ayrıca bahçevan Şukaletuda’nın Tanrıça İnnanana’ya tecavüzü ve sonrasında yaşanan olaylar yer değişimin oldukça kanlı olduğunu gösterir. Her iki toplumun anlatılarının (Sümer ve Yunan) ortak özelliği tecavüz edenin değil, tecavüze uğrayanın aşağılanmasıdır. Aslında ölümlü bir erkeğin (ki ölümlü bu erkek, eril sistemi temsil eder) bir Tanrıça’dan intikamını almasının en çetin örneğidir. Dr. Binnur Çelebi bu konuda: “Ölümsüz Tanrıça ile ölümlü erkek arasındaki bu ilişki erkek bilincinin derinlerde gizlenen bir düşmanlığın ya da diğer bir ifadeyle güç çatışmasının şiddetle dışavurumudur.” (Dr. Binnur Çelebi, Eski Çağda Kadın, Urzeni Yay. s.147) diyerek yer değişimde uygulanan şiddete dikkat çekmiştir.

Binnur Çelebi’nin; “Kadın bedenindeki bu haksız eylem, erkek dünyasında zevk ve maceraya dönüşür.” (B.Çelebi, Eski Çağda Kadın, s.148) saptamasından yola çıkarsak Yunan kültüründe de aynı şeyin yaşandığını görürüz. Yunan toplumu erk sistemini yaygınlaştırırken Tanrılarının alanını genişletmiş, Ana Tanrıça’yı zorla ve şiddetle ve tecavüzle Tanrı’nın eşi ya da kızı yapmıştır. Ahlaksız ama çok ahlakçı olan Baş Tanrı Zeus’un gördüğü her kadına tecavüz etmesi, Tanrıçalar adına utanç duyulacak bir şey olduğunu göstermek istediği gibi onları zavallı hale getirmek, erkeğin eğlence nesnesi olmasını sağlamak temel amaçtı. Zaten amaçlarına da ulaştılar. Bugün, Zeus tarafından tecavüze uğrayan Hera, tecavüze uğrayıp doğuramayan Alkmene, yılan kılığıyla kandırılan Persephone, Leda, Leto, Europa ve daha niceleri, zayıf kadınlar ve kandırılan, tecavüze uğrayıp aşağılanan Tanrıçalar olarak kaldı belleklerimizde. Görüldüğü gibi tecavüz ile Tanrıçaların gücünün toplum üzerindeki etkisi azaltılmaya çalışılmış ve bunda da başarılı olunmuştur.

Antik Yunan’da tecavüz o kadar yaygındı ki böyle bir davranışın ceza alması gerektiğini söylediğinizde size şaşkınlıkla bakarlardı. Dememiş miydik, insanlar Tanrılarını kendilerine benzer yaptılar diye. Onların da her önüne gelen kadına tecavüz eden Tanrıları kendilerine benziyordu. Antik dönemin en gözde yazarlarından olan ve yüz sekiz komedya yazmış Menandros bile eserlerinin hemen hemen hepsinde tecavüzden meydana gelmiş çocuk konusunu işledi. Kalemi eline alıp istediğini yazmış, çizmiş bir erk anlatısı, kadını sıkıştırmaya, nesneleştirmeye, sesini kısmaya devam ediyor.

M.Ö İkinci bin yıllarına gidip Girit uygarlığındaki bir fersk üzerinde durmak istiyorum. İki elinde Girit’in sembolü çift ağızlı balta taşıyan Ana Tanrıça hükümranlığını açıkça belli etmektedir. Karşısında da genç erkekler vardır ve bir kurban törenidir. Kurban ne diye soracak olursanız elbette erkek bir boğadır çünkü Ana Tanrıça’ya dişi kurban sunulmaz. Neden mi? En iyisi bu konudaki yanıtı Campbell’dan dinleyelim: “…kurban sırasında dökülen kan, ister hayvan ister insan kurban edilsin, annenin kanıdır. Başlıca kurbanlık hayvan boğadır, kurban her zaman erkektir. Dişi hayvan kurban edilmez; dişi, ölümü dirilişe götürendir, dönüştürücüdür.” (J.Campbell, Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümü, s.91) Dönüştürücü, yaşam verici olan kadının kendi de labirenttir, bir yaşam döngüsüdür. Ölüm ve dirim ondadır. Minos kültüründeki Ana Tanrıça sembolü olan labirent sonradan erkek şatafatının ve gücünün simgesi haline getirilmiştir. (Minos’un sarayı ile birlikte. Düalizm) Değiştirilen sadece o değildir. Ana Tanrıça’nın elindeki baltayı ne yapar ne eder Atina Kralı’nın oğlu Theseus’un eline verirler. Ve güç labrys (altın balta) nezdinde erk’e geçer.

Mezopotamya’ya geçiyor Sümer ve Assur üzerinde biraz duruyoruz. Eski dünyada ortak din kavramı kadın bedeni üzerinden yaratılmıştı. Kendi neslini doğurarak yaratan kadın; beslemesi ve verimliliği ile en büyük yaratıcı güç olarak görüldü ve ilahlaştırıldı. Bu ilâhelerden Bereket Tanrıçası İnnanna kendine eş olarak çoban Kral Dumuzi’yi seçiyor. Çiftin birleşmesiyle her yerden bitki fışkırıyor. Böylece cinsellik utancın ötesinde dinsel bir kimliğe bürünüyordu. Mabet fahişeliği bu anlamda kutsal sayıldı. Oraya gelen erkek de cinsellik yaşamanın dışında Tanrısalllık zamanı geçirmek diğer ve asıl amacıydı. Kutsal fahişe = nu.gig = saf ve temiz anlamındaydı. Sümer’de İnanna ile başlayan “kutsal fahişelik” kavramı sonraki kültürlerde de biçim değiştirerek devam etmiştir. Tapınaklarda erkeklere ilk tecrübelerini yaşatan bu kadınlar, Tanrıça İnanna’ya hizmet ettiğini varsayar, onurlu bir iş yaptıklarını düşünürlerdi. Ve onlara toplumun saygısı sınırsızdı. Sokakta diğer kadınlardan ayrılmak için başlarına örtü koyarlar öyle gezerlerdi. Ama sonra M.Ö 1600 yılında Assur Kralı’nın çıkardığı kanunla bütün evli ve dul kadınların başlarını örtmeleri şart koşulmuştur. Kızlara ve sokak fahişelerine ise yasaklanmıştır. Bu demek oluyor ki evli kadınlar ve mabet fahişeleri yasal seks yaptıkları için kutsanmıştır. Sonradan kutsallık kaldırılarak sokak ve tapınak fahişeleri aynı kefeye konmuştur. Bunun nedeni erkeğin kadından bir şey (seks) öğrenmesi ağır gelmiştir. Bu konu, erkekliğine helal getirmiştir. Bu örtü sonra anlam değişikliğine uğratılarak “hicap” için kullanıldı. (Hicap: Örtünme adı olarak kullanıldı ve örtünme biçimi olarak kullanılıyor.) Kadın, utanmalıydı ve örtmeliydi. Şimdi günümüz kadını herkese “neden utanmalıydı?” diye soruyor. Ve sormaya devam edecek. Hristiyanlıkta ise sekse tövbe etmiş ve kendini artık erkek olan Tanrı’ya adayan kadınlar başlarını örtmeye başladı. Öyle ya da böyle kadın örtü altına sokuluyor, nefes alması ve yaşaması engelleniyordu. Ve tek tip kadın yaratılıyor, beklenti tek tipe indiriliyordu: Kadın iyi olacak, hem kutsal hem dünyevi; hem fahişe hem namuslu. Düzenin ve düzenin simgesi ailenin koruyuculuğu da görünüşte ona yüklenir. İyi olmayan yani iyi ev kadını olmayan cezalandırılmalıdır. Yüzyıllar içinde bu cezalandırmalar biçim değişikliğine uğrasa da. Oluşturulan bu sistemin en değer verdiği şey düzen ve yasa idi. Mirasçısı olmayan ya da hiç evlenmemiş kadınların mirasına el koymak için onları cadılıkla suçladılar. Böylelikle sisteme karşı gelmiş, düzen bozucu olmuş kadını devre dışı bırakmış oldular. Mahkeme heyetinin sonuçları açıklarken onların düzen bozanlar sınıfına girdikleri konusunda hemfikir olduklarını kayıtlardan öğreniyoruz. Yani kendilerine biçilen rol olan; iyi kadın, vefakar anne, sabırlı eş rolünü oynamak istemeyen kadınlardır onlar.

Bugün “kadın, kadının kurdudur.” söylemi çok yaygındır. Ve keyif alınarak söylenen bu sözle, kadınların birbirine girmesi konusu onlara zevk vermekte bu söylemi dallandırıp budaklandırmaktadırlar. Erk sisteme geçişte kadının hızla değer yitimi bilinçli politikalar ile sağlanmıştır. Doğa ile iç içe olduğu için efsunlu, doğurabildiği için üretken, can veren olan kadından korkulmuş ve onu yarı karanlık ve tehlikeli bir varlık olarak gösterme çalışmaları son hızla devam etmiştir. Kitab-ı Mukaddes’te anlatılmasından yola çıkarak kadının, şeytana kanması, elmayı yedirmesi ortaçağ boyunca inanılmaz işkencelere tabi tutulmasına neden olmuştur. Kâh cadı ilan edilip yakılmış, kâh şeytanla işbirliği yaptığı gerekçesiyle öldürülmüştür.

“19.yy kültüründe KADINLARIN TEMSİLİ, iktidarı elinde tutan ve uygulayan spesifik bir öznenin yani beyaz sömürgeci erkeğin bakış açısıyla oluşturulmuş spesifik bir söylemi oluşturur.” diyen Fatmagül Bertay, kadını aşağı gruptan gören bu zihniyetin ilkel doğayı ima eden kadınla ilgili çeşitli imgeler ürettiğini belirtiyor. “Cinsel bilim” ile de buna sağlam bir zemin hazırlandığını vurguluyor. Bu erk’in kadınların fizyolojik, psikolojik ve zihinsel olarak farklı olduklarını, evrim sırasında geri kaldıklarını düşündürtmeye çalışıldığını tespit eden Fatmagül Berktay kendine benzemediğini düşündüğü ilkel doğayı temsil eden her şeyi imgeleştirdiğini ve aşağı gördüğünü, kadını da bunun içine soktuğunu söylediği saptamalarını C.E.Russet’in sözleriyle destekliyor: “Kişinin kaderi onun kafatasında yazılıydı ve o kafatası da kadınlarda erkeklere göre daha küçüktü.” İnanılır gibi değil. Kadını koyacakları yeri belirlerken “bilim” dedikleri şeye sığınıyorlardı. Bu ifade yanlış oldu galiba. İspatlanmamış, sözde kanıtları bilim buluşlarına dayandırmaya çalışıyorlardı. Batılı beyaz erkek, zencileri de aşağı ırk görerek sömürüyü de meşrulaştırmamış mıydı? Fatmagül Berktay şöyle devam ediyor: “Kadının aşağı doğası ise onun bağımlı konumunu meşrulaştırıyordu. İngilizce konuşan eğitimli kesimde kadının bu ‘aşağılığı’ kadın beyninin eksik olan beş onsuna göndermeyle latife konusu yapılıyordu.” (Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, s.137, Metis Yay.)

İnsan tarihe hem kendini tanımak hem de diğerlerinden farklılıklarını görmek için bakar. Bu bakış, insanın neler yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. “Yaptıkları, yapacaklarının garantisidir.” biçiminde söylem geliştiren insan, yapabileceklerini kestirebilmek için diğer insanların neler yaptığını anlamak için de tarihe bakar. Tarihte yerini almış bu insana bakan diğer insanın da “Bu, hangi insan?” sorusunu sorması kaçınılmazdır. Yani sözü edilen bu insanın milliyeti, ırkı ve cinsiyeti nedir? Kısacası tarihi yapan “özne” kimdir? Görüyoruz ki bu özne, savaşları göklere çıkaran, kahramanlıklarını yere göğe sığdıramayan erkekten başkası değildir. Biz biliyoruz ki bilgiyi elinde tutan iktidarı da elinde tutuyordur. Tarih bilgisini ele geçirmiş bu özne iktidarı da elinde tutarken “tarihi kazanan taraf yazar” düşüncesini haklı çıkarmakla kalmıyor, bu bilgiyi ve iktidarı kadın üzerinde güç baskısı olarak da kullanıyor.

Tarihin kendi kendini kaydedebileceğini düşünmek aptallıktır. Bunu insan yapar. Ve yaparken de eleme sistemini kullanır. Elemede neleri alacağını, nelerin gelecek kuşaklara kalacağını kendi belirler. Üremedeki yerini ve önemini öğrendikten sonra eleme sistemini kendi çıkarına göre yapmaya başlayan “erk” soyun kendinden geldiğini garantilemek için doğadan gelen ve insanın yapısında yer alan her şeyi inkar etmiş onu kendi yapısına uzak düşürmüştür. Ayrıca yeni “norm”lar yaratarak bunları tarihe eklemiş ve silinmesin diye de kutsallık atfetmiş. Soyunun devamını garantilemek için “evlilik” kurumunu kendi tarihini başlattığı andan itibaren “kutsalın” arasına sokmuş ve kurallarla onu koruma altına almıştır. Tarih yapıcılar, bu kuralları zaman içinde “ilahi” güce dayandırarak onlara dokunulmazlık kazandırmıştır. “Geçmişi kendi amaçlarımız için kullanmak (geçmişe ilişkin mitos yaratmak) ne denli soylu bir amaç için yapılırsa yapılsın, geçmişten öğrenmeyi ve böylece bugüne ve kendimize ilişkin bilgimizi genişletip derinleştirmeyi engelleyen bir şeydir.” biçiminde saptama yapan Fatmagül Berktay, tarihi değiştirmenin insana yapılabilecek en büyük kötülük olduğu konusunda hemfikir. (F.Berktay, Tarihin Cinsiyeti, s.18-19)

Tarihi tanımlayan varsa tarihte bir de tanımlanan vardır. O halde şu soruyu sormamız kaçınılmaz görünüyor: “Tanımlanan yani nesne nedir, kimdir? Faucoult, bilgiyi dünyayı düzenleme biçimi; kullanımını ise iktidar olarak görüyor. Bu bağlamda tarihi kayıt altına alan erk, bilerek ve isteyerek kadını özne yapmamış; edilgen, tanımlanmış bir nesne olarak kayda alırken onu yorumlamaya değer bulmamış, tarihin yapımına etkin biçimde katılan kadının deneyimlerini tarihe dahil etmemiştir. Yazıyı ilk bulan Sümerler olduğu için Mezopotamya’ya yine bir yolculuk yapıyor, ilk katibin kadın olduğunu görüyoruz. (Nikaba) İşte bu dönemde yazının tarihin oluşumuna etkisini fark eden erk, bu gücü ele geçirip tekeline alırken yine kadını nesne olarak tarihin bilinmezliklerinde bırakmış, anlatılarında onu zavallı, güçsüz, edilgen olarak sunmuştur.

Bilgi üretimini elinde tutan, iktidarı da elinde tutuyordur, demiştik. Nüfusun yarısını oluşturan ve sistemin yazılı tarihinde nesne olmaktan öteye gidememiş kadınların tecrübelerini, yaşanmışlıklarını görmezden gelen iktidar, onları bilgi üretme sürecinden de ihraç ederek kontrolü iyice ele almıştır. Onu özne olmaktan çıkararak her türlü hareketi tü kaka ilan ederek dışlamıştır. Feminist tarihçiler işte tam bu düşüncenin karşısında durdular. Ve kadın tarihini oluşturma çabasına girdiler. Ninelerinin yarattığı tarihi kadınlara kazandırmak istiyorlardı. Tek amaçları kadını görünür kılmaktı. Tarafsız tarih yarattığını iddia eden sisteme de kafa tutuyorlar, kendilerinin taraf olduklarını beyan ediyorlardı. Feministlerin bu çalışması tarihte olmayan kadınları tarihe sokmak oldu. Az bir kazanç değildi.

Şükran Engin Atmaca

Kaynaklar:
Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Fatmagül Berktay, Metis Yay.
Politikanın Çağrısı, Fatmagül Berktay, İstanbul Bilgi Üniv. Yay.
Anadolu’da Kadının Kültürel Şifreleri, Yıldız Cıbıroğlu, Arkeoloji ve Sanat Yay.
Mezopotamya Mitolojisi, S.N.Kramer, J.Battero, İş Bank. Kültür Yay.
Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri, J.Campbell, İthaki Yay.
Yunan Mitleri, R.Graves, Say Yay.
Eski Çağ’da Kadın, Dr. Binnur Çelebi, Urzeni Yay.
Ana Tanrıça’nın İzinde, Lynn E.Roller, Alfa Yay.
Tarih Öncesi Ege, George Thomson, Homer Kitabevi
Anadolu’da Kadın, A.Muhibbe Darga, YKY
Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Mircea Eliade, Alfa Yay.
Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault
Ayrıntı Analar, Robert Briffault, Payel Yay.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EnginDergi Enginer Dijital Hizmetler | Tüm Hakları Saklıdır. © 2008 - 2024