İlmin İrfanı, Tanrı’nın İntikamı

İlmin İrfanı, Tanrı’nın İntikamıOsmanlı İmparatorluğu’nun cihat anlayışı esnasında gerçekleştirdiği ve en büyük zaferlerin yaşandığı bir dönemde, İstanbul’un tam göbeğinde bütün halk koltuklarını kabartarak gezerken, onların haricinde Zübeyir adında kendini simyaya adamış bir zat yaşarmış, bu zat, şehrin alengirli yaşamından uzak, tabiat ananın insanlığa verdiği gizli sırları çözmekle meşgulmüş. Geride bıraktığı kırk üç yılda, başının üstü kelleşmiş, hafiften göbeği salıvermişti. Dini yönü zayıf olan Zübeyir, şehrin radikal kesiminin tepkisini çekmiş, bu hadise dolayısıyla şehirden kovulmuş, dinsiz ilan edilmiş. O dönemde Avrupa Hristiyan medeniyetlerinin tabiriyle aforozun verdiği rahatsızlıkla şehirden uzak, ufak bir kulübede hayatını idame ettirmek zorunda kalmıştır. Vilayetin verdiği bu karardan hiçbir şekilde rahatsızlık da duymamıştır. Çünkü ona göre ibadet Tanrı’nın yarattığı herhangi bir nesneye saygı duymaktı. Bazen yıldızlara bakarak, bazen de bir çiçeği koklarken. Hatta bu çiçek koklama işi geçim derdini de ortadan kaldırmış, ona kazanç kapısını açmıştı. Şehirde derdi olan herkes Zübeyir’in bitkilerden elde ettiği formüllerle dertlerine derman aramış, adamı bir türlü rahat bırakmamışlardı. Zübeyir’in bu durumdan bir şikâyeti yoktu. Aksine halkla iletişim kurmasının tek aracı buydu.

O artık dinen yoksullaşmış ama Tanrı ile arasındaki bağı hiçbir zaman kaybetmemiş bir kul olup çıkmıştı. Hal böyle olunca hiçbir baba kızını ona vermemiş, hayatının geride bıraktığı kırk üç yılını yalnız geçirmişti. Bu durumdan da bir şikâyeti yoktu. Aksine ömrünü, aile reisi olarak geçirmektense kendini sırlara, gizemlere kaptırmak, onun kişisel menkıbesi olmuştu. Henüz on yaşındayken, şehrin medresesinin pozitif bilimler kısmının gözde talebeleri arasına girmiş, velhasıl bununla da kalmayıp, cebirsel bir algoritma geliştirip hocalarının takdirini almıştı. Ama gel gelelim riyaziyeye olan bu tutkusu ne şehir halkının cazibesini çekmiş ne de halkın gözünde muteber bir mertebeye eriştirebilmişti. Bu durumdan keder duyduğu da söylenemezdi. Vilayet onu kovduğunda kendini simyaya adayacağına dair bir söz vermişti. O dönemden sonra ise sayısız kitap okumuş, beyninin derinliklerini gizemlerle doldurmuştu. Üstelik her gece, gözleri yorulana kadar kitap okumayı da adet edinmişti kendine. Hatta bu durum o kadar garip bir hal almıştı ki, gözleri zar zor görür olmuştu. Zübeyir bu durumu yine kitaplarda aramalıydı ama kitap okuyamayacak derecede bozuk olan gözleri onu bir keşif yapmaya mecbur etmişti. Daha önceleri her hangi bir çiçeğin içini daha iyi görebilmek için çarşıdan zar zor satın aldığı büyütecin bu durum için biçilmiş kaftan olduğunu anladı. Pazardan bir büyüteç daha alıp, tutulan kısımlarını kırıverdi. Ortasına bir demir parçasını ekledikten sonrada onu bir güzel gözlerine taktı. Bu durum onun tabiat anayı daha büyük görmesine yol açsa da, hiç görmemekten iyidir görüşüyle kendini teselli etti. Zübeyir aslında bir keşif yaptığına inanıyordu. Adamcağız şehre inmeye yeltenmiş, ormanı arşınlayıp şehrin dar sokaklarına ulaştığında, gözünde kocaman büyüteçleri gören ahali zaten şehir çapında ünlü olan bu bilge şahsiyetle bir güzel dalga geçmiş, yerin dibine sokmuşlardı. Zübeyir ise alışık olduğundan olsa gerek ahaliyi kaile bile almamıştı. Kapalı Çarşı yoluna devam etmişti.

***

Zübeyir’in koskoca İstanbul’da tek dostu, Kapalı Çarşı Kapan Emin’i olan Bünyamin Efendiydi. Bünyamin Efendi kırk bir yaşına gelmiş, devasa bir yapısı olan, şehrin baba adamlarından biriydi. Doğuştan kısır olan bu adamın kısırlığı ün salmış. Şehrin dedikoducu kadınları tarafından sürekli dillenir olmuştu. Bu durum Bünyamin Efendinin sürekli olarak acı ve kederinde baskısıyla kötü alışkanlıklarına gem vurmuş, kumara ve içkiye yeltenmesini sebep olmuştu. Bünyamin Efendi’ye saygı duyulmasının bir nedeni vardı. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Sefer’i sırasında büyük başarılara imza atmıştı. Çocuğu olmadığından olsa gerek Mısır Seferi sırasında Mısırlı bir çocuğu gözüne kestirmiş, İstanbul’a dönerken Yavuz Sultan Selim’in yanında halifeliği de getirmesinin yanında o da bu çocuğu getirmişti. Gelgelelim ismi Gazanfer koyulan bu veledin mayası bozuk çıkmış, Bünyamin Efendi’ye çektirmediğini bırakmamıştır. Annesinin korkularından yararlanarak önüne türlü türlü hayvancıkları atmış kadıncağıza korkudan inme inmiş, durumun düzelmesi aylar almıştı. Bünyamin Efendi Mısır’dan döndükten sonra İstanbul’un Kapalı Çarşı’sında baba mesleğinin devamı olarak bir ayakkabı dükkânı açmış. Çocuğu da burada yetiştirmeye başlamıştı. Gel zaman git zaman bizim mısırlı velet, babasının hanımını da alıp gittiği Bursa gezisini fırsat bilip Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa’ya verdiği kapitülasyonlardan, tıpkı Fransızlar gibi yararlanmaya kalkışmış, Fransız tüccarların getirdiği ucuz yollu ayakkabılarla, Kapalı Çarşı piyasasını alt üst etmişti. Daha ucuza geldiği için, diğer esnaftan daha ucuza ve kalitesiz ayakkabı satmıştı. Bu durum Osmanlı ticari anlayışına ters olduğu gerekçesiyle Kapan Emininin kulağına gitmiş. Duruma müdahale edilmiş ve esnafın gerek ayakkabıyı ucuza satmasından gerek de kalitesiz ürün koymasından dolayı pabucunun dama atılmasına karar verilmesine yol açmıştı. Bünyamin Efendi, Bursa gezisinden dönüp de pabucu damda görünce küplere binmiş. Çocuğu bir güzel falakaya yatırmıştı. Devletin istisnai bir durum olarak, yaptığı hatayı bir daha yapmamayı aşılamak adı altında Bünyamin Efendiyi Mısır’daki başarılarından dolayı Kapan Eminliğine getirmişlerdi. Mısırlı veledin davranışlarından illallah eden Bünyamin Efendi, Gazanfer’i hanesinden kovmuş, biçareyi İstanbul’un karanlık sokaklarına atmıştı. Kısırlığından da illallah eden Bünyamin Efendi, çeşitli bitkilerden ona derman olması için bir karışım hazırlaması amacıyla Zübeyir’e başvurmuştu. Karışım işlevini görmüş, Bünyamin Efendi’nin hanımı gebe kalmıştı. Zübeyir ile Bünyamin Efendi’nin dostlukları da burada başlamıştı.

***

Zübeyir, elinde kitapları, gözünde kocaman büyüteçleriyle İstanbul’un dar sokaklarından geçmiş, kapalı çarşıya ulaşmıştı. Bünyamin Efendi’nin odasına vardığında büyüteçlerden gördüğü kadarıyla bir adamın, onun gözündekilere istinaden daha küçük yuvarlak camlardan imal edilen kusursuz gözlüğü taktığını görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Bünyamin Efendi’den dinlediği kadarıyla cam üretiminin bolca bulunduğu Venedik’ten gelen bu tüccarın varlığı, Zübeyir’in yaptığı keşfin daha önceden yapıldığına işaretti. Buruk bir sevinç yaşasa da tüccarın cömert tavrından olsa gerek, yanında getirdiği yedek gözlüğünü Zübeyir’e vermesiyle adamcağızın içi rahatlamıştı. Gözlük, gözlerine cuk oturmuş, üstüne üstlük mükemmel bir görüş sağlamıştı. Tüccarın yaptığı iyiliğe karşılık olarak, o da bir iyilik yapmak istemiş, hatta Bünyamin Efendi’den duyduğu kadarıyla da tüccarda kısır olunca, ona da bir karışım hazırlamıştı. Tüccar bu karışımın Bünyamin Efendi’nin hanımını gebe bıraktığını duyunca da, Zübeyir’den bir testi sipariş etmiş, bununla da kalmamış gözünde ki gözlükleri de çıkarıp simyacıya hediye etmişti. Tüccar sevincin verdiği etkiyle koşar adım kapıdan çıkarken içeriye, çarşının haylaz çocuklarından biri girmiş ve Bünyamin Efendinin hanımının doğum sancıları çektiğini avaz avaz bağırınca, Bünyamin Efendi makam koltuğundan bir hışımla kalkmış, Zübeyir’i de yanına alıp hızla hanesinin yolunu tutmuştu…

***

O gün tabiata mensup olan bulutların bir görevi vardı. Kâinatın hemen hemen merkezinde bulunan, iki kıtayı birbirine bağlayan ender bir görevi olan ve tarihi gelişimi sırasında birçok medeniyeti bünyesinde barındıran İstanbul’a şiddetli bir yağmur yağdıracaklardı. Bu hadise ile birlikte bütün bulutlar atmosferin hemen altında toplanmış, rüzgârın da yardımıyla İstanbul’a doğru yola koyulmuşlardı. İstisnai kaideler dışında yollarına bir engel çıkmaz ise eğer yukarıdan verilen bu talimatla görevlerini tamamlamak için hiçbir zahmete katlanmayacaklardı. Gelgelelim, sıcak diyarlardan geçmeleri, fırtınalara yakalanmaları ve türlü türlü doğa olayları ile baş etmeleri esnasında bünyelerine çeşitli hayvancıkları da almışlardı. Kertenkeleler, kurbağalar, kaplumbağalar, bulutların arasında yerlerini almış, iyice yerleşmişlerdi. Uzun bir yolculuğun ardından, bulutların içindeki canlılar, yer kapma telaşıyla birbirleriyle küçük bir savaşa tutuşmuşlardı. Kertenkeleler, kurbağalara karşı üstünlük mücadelesi veriyordu. Kaplumbağalar ise yavaş olduklarından, olayı sadece izliyorlardı. Sonunda olan olmuş bulutlar İstanbul’a ulaşmıştı. Zaten bünyesinde barındırdıkları mahlûkların savaşından olsa gerek, sabrın sınırlarını zorluyorlardı. Bir anda içlerinde ne varsa hepsini birden yeryüzünün kontrolüne salıverdiler. Kertenkeleler, kurbağalar ve kaplumbağalar bağıra çağıra yeryüzüne doğru düşüyordu.

***

Hadise ne olursa olsun, kalbi kırık bir evlat, yapacağı kötülüklerin bilincinde değildir. Öz evlat olmasa bile, bir müddette olsa, bir yerde barınabilme imkânı bulmuş olan Gazanfer, ailevi reddedilmenin verdiği buruklukla, İstanbul’un kenar mahallerinde, barbut oynamaya, zar atmaya başlamıştı bile. Uzun bir müddettir sokaklarda yatan biçare, mahalle kadınlarından validesinin gebe olduğunu öğrenmişti. Kıskançlıktan kuduran delikanlı hanenin yaşantısına tanık olduğundan, valide hanımın bütün korkularını da biliyordu haliyle. Zaten fesat bir kişiliği olan Gazanfer bu durumu çözüme kavuşturabilmek için planlar yapmaya başlamıştı. Gelgelelim açlıktan midesi guruldayan delikanlı sokakları bir bir arşınlayıp çöpleri karıştırırken, birden şiddetli bir yağmurun ortasında kalıvermişti. Tam bütün isyankârlığıyla doğaya haykıracakken, aslında doğanın ona bir hediye verdiğine tanık oldu. Yağmur biraz dinince ortalıkta fink atan mahlûkları görünce gözleri parıldamıştı. Hemen bir çuval bulup mahlûkları birer birer toplamaya başladı. Çuvalı bir güzel sırtlayıp evin yolunu tuttu. Haneye varıp etrafta kimsenin olmadığından emin oldu. Kapıyı üç kere yumrukladıktan sonra kapıyı açan validesinin senin burada ne işin var gibi bakışlarına aldırmadan çuvalın içindekileri içeriye boşaltmış. Kadıncağızın nefesi kesilmiş, içeriye doğru koşmaya yeltenmiş fakat korkunun bütün hücrelerini sarmasıyla dona kalmıştı. Sonunda kadın yere düşmüş, Gazanfer de olay mahallinden koşar adımlarla uzaklaşmıştı.

Bünyamin Efendi’yle Zübeyir de sevinç nidalarıyla gelirken yanlarına ebeyi de almışlar. Hızlıca eve gelmişlerdi. Gelgelelim çarşının haylaz çocuğunun verdiği haberi yanlış anladıklarının farkına vardılar. Kilimin üzerinde dolanan çeşitli mahlûkları gören Bünyamin Efendi, üzüntüden yere çökmüş, düşük yapan hanımının dibinde gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Zübeyir de çarçabuk mahlûkları evden def etmişti. Olay bütün İstanbul’a kulaktan kulağa yayılmış. Ahali bu durumu Tanrı’nın işine karışılmaz olayına bağlamış ve hadiseden Zübeyir’i sorumlu tutmuşlardır. Zavallı adam tabiatı gereği oradan oraya savrulmuş, en sonunda durumun dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın kulağına gitmesiyle, Zübeyir’i saraya çağırmış ve hastalıklara karşı bitkisel karışımlar geliştirmekle görevlendirmiştir.

İlmin İrfanı, Tanrı'nın İntikamıGazanfer’e gelince, Bünyamin Efendi bize bir faydan dokunmadı bari Devlet-i Aliye yararın dokunsun görüşüyle askere yollanmış. Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki orduyla Viyana’ya kadar dayanmış, sonra da geri dönmüştür.

– SON –

Tuncay Ünaydın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EnginDergi Enginer Dijital Hizmetler | Tüm Hakları Saklıdır. © 2008 - 2024