Metamorfoz

MetamorfozEkim de yarılandı işte. Perdenin aralığından dışarıya baktı. Hava oldukça serindi, hayli karanlık görünüyordu. Yüzünü yıkadı, ne giyeceğini düşündü. İzmir’in ekimine de hiç güvenilmezdi. Sabah havaya bakar sıkı sıkı giyinirsin, öğleye varmaz, güneş açar, terlersin. Güneşe güvenir üstüne fazla bir şeyler almazsın, akşamüstü üşürsün. Mutfağa gittiğinde çayı demlenmiş, kahvaltısı hazırdı, fonda da bir Arabesk müzik. Karısına döndü: “Yahu sabah sabah bu acılı Adana’dan ne anlarsın? Güne başlarken insanın tüm yaşam sevincini alıp götürüyor.” Selma tersledi: “Sana da hiç yaranılmıyor”. Apartman kapısında, köpeği ile, sabah gezintisinden dönen, karşı komşusu Süheyla Hanım’la karşılaştı. Köpek yılıştı, başıyla paçalarına süründü, sonra elini yaladı. İğrendi. Süheyla hanım köpeği azarladı: “Rocky rahatsız etme amcayı!” “Şimdi de bu uyuzun amcası olduk” diye geçirdi. Doğrusu bu köpekten hiç hoşlanmazdı ama komşuluk hatırına bir tepki göstermezdi, tamam da gecenin bir saatinde, sokak köpekleriyle düet yapması yok mu..

Metro durağı çok uzak sayılmazdı, yürüyerek 15 dakika kadar sürerdi. Ama önce caddenin karşı tarafına geçmesi gerekiyordu, yaya geçidine kadar yürüdü. Araçların hiçbiri ona yol vermedi. Tam geçecekti ki bir minibüs neredeyse çarpacaktı, arkasından küfrü bastı. “Bu yaya geçitlerini de niye yaparlar, hiç anlamam” diye söylendi. Hiç yapmasalar bari herkes başının çaresine bakar, böyle olunca ne oluyor? Şoförün biri yol veriyor, yolun ortasına kadar yürüyorsun, bu sefer karşı yönden gelen aracın altında kalmamak için türlü cambazlıklar yapmak zorunda kalıyorsun.

Durak karşıdan görünmüştü. Sabah telaşıyla herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Sırt çantalı öğrenciler, tulumlu işçiler, kravatlı memurlar… her çeşit insan koşuşup duruyor, metroya yetişmeye çalışıyordu. Tabii seyyar satıcılar da metro girişine konuşlanmışlardı. 12 yaşlarında bir oğlan çocuğu “Simiiiit… Gevrekçiiii” diye bağırıyordu. Gözleri çapaklıydı, ihtimal yüzünü bile yıkamamıştı. İçinden “Bari bir eldiven kullansaydın be oğlum” diye geçirdi, sonra “Eldiven olsa ne olacak ki” dedi, kim bilir gelen geçenin çarpmasıyla o simitler kaç kez yerlere savrulmuştu. Peki ya her müşterinin satın almadan bütün simitleri tek tek mıncıklamasına ne demeli? İyi de o adamların tuvaletten çıkınca ellerini yıkadığını kim biliyor ki? İçini bir iğrenti kapladı.

Bu 8.15 metrosunda oturacak yer bulmak adeta bir mucizedir, çünkü o durağa kadar bütün yerler çoktan kapışılmış olur. O gün de farklı bir durum yoktu. Bir öğrencinin sırt çantası yüzüne çarptı, neredeyse gözlüğü yere düşecekti, bir oğlan ayağına bastı, neyse olağan şeylerdi bunlar, alışkındı. Sonraki durakta iki tane çocuklu genç kadın bebek arabalarıyla metroya bindiler. Aralarındaki konuşmalardan çocukları önce yuvaya bırakıp, sonra işe gidecekleri anlaşılıyordu. Gençler yer vermeyi önerdiler, kadınlar istemedi, arabalarında uyuyan çocukların rahatını bozmak istemediler. Bir sonraki durakta birkaç kişi indi fakat o kadar çok binen oldu ki, artık nefes almak bile neredeyse imkansızdı. Orta yaşlı şişman kadının gözleri, yeni yetme bir oğlanın üzerindeydi ama oğlan bunun hiç farkında değildi, o adeta cep telefonuna kilitlenmişti. Derken çocuklardan biri ağlamaya başladı, annesi arabada pışpışlamaya çalıştı ama pek işe yaramadı, çocuk yaygarayı bastı. Kadın çocuğu arabasından kucağına aldı, şimdi de öbür çocuk cıyak cıyak. Kucaktaki çocuk iki yaşında var yoktu. Annesi yalancı memeyle oyalamaya çalışıyordu.

Kendi yaşıtlarının çoğu çoktan baba olmuştu, hatta bazılarının ikinci çocuğu bile olmuştu. O da istemez miydi hiç baba olmayı? Ama kısmet tabii. Olmayınca olmuyor işte. Selma da tam üç kez tüp bebek denenmişti. Üçü de tutmamıştı. Bilen bilir, çok zorlu bir süreçtir. Çeşit çeşit tahliller. Sonra bir dizi işlem ve umutla on gün sonra netleşecek sonucu beklemek… Ve hüsran… Üç kere hüsran, bu onların hikayesi. Her zaman böyle olmaz tabii ama onlarda böyle oldu. Selma’ya her ne kadar “Önemli olan bizim mutluluğumuz, yeter ki biz sağlıklı olalım” dese de bu lafların onu ne kadar teselli ettiğini bilmiyordu. Aslında hiç teselli etmediğini biliyordu da, Selma’nın üzülmemesi için pek bu konuya değinmemeye çalışıyordu. Şu sıralar dördüncü denemeyi yapıyorlardı, doktorun söylediğine göre bu son deneme olacakmış. Ne denir ki, kader. Bir sonraki durakta kadınlar indi. Yeni yolcular bindi. Bir yer boşaldı ama o oturmak istemedi, artık ineceği durağa yaklaşıyordu.

İşyerine gelmişti. Asansörde muhasebe müdürüyle karşılaştı, soğuk bir tipti, sahte bir “Günaydın” dedi. Masasına geçti, Hanife Hanım çayını getirdi. “İyi güzel de bu kadının çayı hep soğuk olur, alt kattaki mutfaktan bana gelinceye kadar kaç kişiye daha uğruyor. Sanki hepsini birden dağıtmak şartmış gibi” diye söylendi. Sonra müdürü telefon etti, “Bari çayım bitseydi” diye dedi. Dünden kalan yarım işler varmış, öğleden sonra da önemli bir toplantı varmış. “Zaten bu şirketteki önemli olmayan bir toplantı görmedim ki” dedi. Öğleye doğru tamamladığı evraklarla müdür beyin odasına gitti. Bu adamın yüzü de hiç gülmez. Yüzünde yine o hiç değişmeyen ciddi ifade vardı. “Acaba onu hiç gülmediği için mi müdür yapmışlardı? Acaba ben de ileride müdür olursam böyle asık suratlı mı olacağım” diye düşündü, sonra da ilave etti: “Yok hiç sanmam”. Zirai ilaçlar satan büyük bir şirkette çalışıyordu. “Bunlar hep böyledir, insanın ağzına tek bir zeytin tanesi koyarlar, poposunun altına da boş bir teneke. O tenekenin yağ ile dolmasını beklerler” diye mırıldandı. Sattıkları ilaçlar, o zararlı canlıları öldürürken, masumları da öldürmüyorlar mıydı? Peki o zaman doğanın dengesi bozulmaz mıydı? Neyse, sonuçta bu onun için bu iş ekmek parasıydı, ne yapabilirdi ki? Öğleden sonraki toplantı da bayağı şenlikli geçti ama o bu işlere alışkındı.

Bir gün daha bitmişti. Masasını topladı, bilgisayarı kapattı, kapıya yöneldi. Metro işyerine oldukça yakındı, istasyonda fazla beklemedi. Akşam metrosu sabahkinden daha tenha sayılmazdı, aradaki fark iş çıkışı insanlar eve dönüş yolunda, daha yorgun görünürler. Sabahki dirilik yerini bezginliğe bırakır. Metro çıkışında yolcuları, mevsimine göre bazen mısır satıcısının, bazen kokoreççinin, bazen da kestane kebapçının bağırışmaları karşılar.

Caddenin karşı tarafındaki bir kuyruk dikkatini çekti. Bu bir “lokma” kuyruğu idi. İzmir’in lokması pek ünlüdür. Tamam da acaba içinde nasıl bir yağda kızartıldığını bilen var mı? Ya o koyu ağdaya ne demeli? Peki böyle açıkta gıda maddesi üretmek ne kadar hijyenik olabilir, havadaki sinek, türlü börtü, böcek kimin umurunda? Neyse.

Eve vardığında eli zile uzandı fakat o daha çalmadan, kapı kendiliğinden açılıverdi. Selma gözleri yaşlı boynuna sarıldı. Bir tuhaflık olduğu belli idi. Korktu, hiçbir şey anlamamıştı. Karısı kulağına “Hamileymişim, hastaneden telefon ettiler” dedi. İşte o anda hissettikleri anlatılamazdı! Selma “Bu kadar güzel bir haberi telefonda vermek istemedim, çünkü telefonun telleri duygularımı, sevincimi, heyecanımı iletemezdi, sana kendim söylemek istedim; evet ben anne oluyorum” dedi. Bir süre üzerindeki şaşkınlığı atamadı, sonra kendini toparladı ve “Demek ki ben de baba oluyorum” diye haykırdı. Bulutlar ayağının altında kayıyordu. Sonra sarılıp, ağlaştılar. İnanamıyordu ama bu sefer olmuştu işte! Tam da ümitlerini kaybederlerken… Pencereyi açtı, gırtlağının sonuna kadar bağırdı: “Baba oluyoruumm!” Yetmedi. Sokağa çıkıp, her önüne gelene baba olacağını müjdelemek istiyordu. İçi içine sığmıyordu, adeta kendi kendisiyle sarmaş dolaş olmuştu.

Sabah erkenden uyandı. Pencereleri açtı, odayı havalandırdı. Sonra çoktandır ihmal ettiği sabah jimnastiğini yaptı. Havayı dolu dolu ciğerlerine çekti. İzmir’in ekimi de bir başka güzel olurdu. Yazın o kavurucu temmuz, ağustosu kendini ılık, güzel bir havaya bırakırdı. Ne kışın soğuğu, ne yağmurun, çamurun eziyeti. Ağaçların yapraklarında sarıdan turuncuya, yeşilden kızıla bin bir renk cümbüşü.

Selma kalkmadan kahvaltıyı özenle hazırladı. Müzik setine bir Orhan Gencebay CD’sini koyduktan sonra, eşini öperek uyandırdı. Bu evde hiç bu kadar keyifli bir kahvaltı yapılmamıştı. Tam eşiyle vedalaşıp, kapıdan çıkıyordu ki, geriye dönüp “Aman oğluma dikkat et” dedi. Selma da “Peh! Oğlan mı? Kız olmayacağını nereden biliyorsun?” diye güldü. Bizimkisinin yüzünü kocaman bir tebessüm kapladı; “Erkek adamın erkek oğlu olurmuş” diye yanıtladı. Merdivenlerde Süheyla Hanım’la karşılaştı, yine köpeğiyle sabah yürüyüşünden dönüyordu. Köpeğin başını okşadı: “Ne haber Rocky?” sonra Süheyla hanıma dönüp: “Pek tatlı şey maşallah.”

Yaya geçidi bomboştu, karşıya geçti. “Sabahları metro durağına kadar yürümek spor oluyor, iyi ki durak kapımızın önünde değil” diye düşündü. Metro girişi yine her zamanki gibi cıvıl cıvıldı. Simitçi çocuk yine aynı köşedeydi. Belli ki yüzünü bile yarım yamalak yıkayabilmişti. Sabahın köründe kendi yaşıtları sıcak yatağında, derin uykuda iken onun ekmek parası peşinde koşması, ne kadar saygın bir özveri. Bu yaştaki bu çalışma azminin ve iş ciddiyetinin, ileriki yıllarda ona çok avantaj sağlayacağını düşündü. Çünkü daha çocuk denecek bir yaştayken böyle bir sorumluluk almış olmak, onu hayata mutlaka kendi yaşıtlarından bir adım önde başlatacak olmalıydı.

Bütün bunları düşündükten sonra dayanamadı, çocuktan bir simit aldı. İzmir’de simite “gevrek” denir ama bunun bir sebebi vardır. Simit pişirilirken, hamur üstüne susam serpilip, fırına verilmezden önce pekmezli bir suya batırılır. İşte İzmir’in simitçileri bu pekmezli suyun özellikle sıcak olmasına dikkat ederler ki, bu yüzden simitler hep çıtır çıtır olur, işte bunun için İzmir’de simitin adı gevrektir. Metro tam zamanında geldi. Sabah, yine her zamanki kalabalık, yeni bir güne başlamanın heyecanı. Metronun ne kadar uygar bir ulaşım aracı olduğunu düşündü. Çok kısa bir süre içinde hop diye şehrin bir ucundan öteki ucuna çabucak ulaşıveriyorsun. Bir kere çok çevre dostu, ne gürültü kirliliği ile insanları rahatsız ediyor, ne de dumanı ile, egzozu ile çevre kirliliği yaratıyor. Batılı ülkeler boşuna mı yıllar önce her yere metro döşemişler.

Asansörde muhasebe müdürüne rastladı: “Günaydın, ne kadar güzel bir gün değil mi?” Adam tuhaf tuhaf baktı. Hanife hanım her zamanki gibi sabah çayını getirdi. Gözü elindeki simite takıldı, “Hayrola” dercesine baktı, pek alışkın değil ya. Ellerini iki yana açıp, “Şu gevrek gibisi yok” dedi, “Hele bir de yanında senin çayın olursa Hanife Hanım… Ne New York’un bageli, ne de Paris’in kruvasanı”. Hanife Hanım kaşlarını kaldırdı, başını salladı, yüzüne, şaşkın bir ifade ile “Allah Allah” diye mırıldandı.

Daha sonra müdürüne telefon açtı: “Müdür bey dünden kalan tamamlanacak bir iş kalmış mıydı?” Müdürün sesi şefkat doluydu: “Sağolun şefim, şimdilik yok, bu sizin iş sorumluluğunuza hayranım.” Bayağı keyiflenmişti: “Evet bizim müdürün yüzünün pek gülmediği doğrudur ama önemli olan insanın içi güzel olsun. Bu kadar büyük bir şirketi yönetmek için, otorite şart tabii, iş disiplini çok önemli.” İleride müdür olursa, kendisinin de hep ciddi ve disiplinli olacağını hayal etti. Sonrada yaptığı işi düşündü, sattıkları bu zirai mücadele ilaçları olmasa, çiftçi köylü ne yapardı acaba? Tüm zararlı haşere ürün miktarını belki yarıya düşürür, insanların geliri de haliyle yarı yarıya azalır, perişan olurlardı. Yaptığı işle gurur duydu.

Gün çok çabuk geçiverdi. Metro çıkışı yürümeye başladı. Bir spor mağazasının önünden geçerken yine bir lokma kuyruğu vardı. Söz etmiştik, İzmir’in lokmaları pek ünlüdür. Burada herkesin lokma döktürmek için bir bahanesi bulunur. Bazen küçük bir notla karşılaşırsınız: Filancanın ruhuna Fatiha. Belli ki lokmayı arkada kalan sevenleri döktürmüştür. Kimi zaman bir esnaf sınıfını geçen kızı için, belki bir başkası tuttuğu takımın galibiyeti için. Lokma aynı zamanda bir sosyalleşme, sevinçleri paylaşma aracıdır. Ne güzel. Yani İzmir’de lokma, garip gurebaya hayırdan öte bir anlam yüklüdür. Zaten kuyruktakiler de pek garibana benzemezler. Kıranta beyler, şık hanımlar, mini etekli kızlar… Hatta bu lokma kuyruklarında bazen turistlere bile rastlanır. Dayanamadı, o da sıraya girdi. Kuyrukta beklerken mağazanın vitrinindeki çocuklar için üretilmiş rengarenk formalar, spor malzemeleri, ayakkabılar… gözüne takıldı.

Eve döndüğünde kapıyı her zamanki gibi Selma açtı. Arkasında gizlediği kırmızı bir gül ve minicik bir çift krampon vardı. Selma’ya uzattı: “Gül senin için karıcığım, kramponlar da oğlumun”. Selma güldü, o da vestiyere asılı bir pakete uzandı ve içinden sapsarı upuzun saçlı bir Barbie bebek çıkardı: “Bu da kızımın bebeği”.

Ümit Evran

* Ankara Tabip Odası 2016 Hikaye Yarışması’nda yayınlanmaya değer bulundu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

EnginDergi Enginer Dijital Hizmetler | Tüm Hakları Saklıdır. © 2008 - 2024